Günlük 2c Mart’14
***Kelebeğin Rüyası?nı izledim; çekimler, görsellik çok iyi; bir yabancı film kalitesinde; tadında; ancak senaryo kafamı kurcaladı; bir oturmamışlık; havada kalmışlık, kopukluk hissettim; uydurma olsa ne kadarı uydurulabilir; gerçek olsa Yılmaz Erdoğan bunu bu kadar nasıl araştırmış; bilmiş olabilir; bir Hakkarili Zonguldak?ı böyle ayrıntılı nereden bilsin; ki yaşadıkları dönemlerde birbirinden çok uzak; şiirler oldukça acemice geldi; senaryo uydurma olsa yerlerine çok daha güzelleri konabilirdi diye düşündüm; bir bit yeniği hissettim yani; her izlediğim filmin senaryosunu kim yazmış, gerçek olaylardan mı esinlenmiş diye bakmam açıkçası; ama buna bakma gereği hissettim; ve açıp baktım; Hikmet Bila?nın Kömür Kara adlı kitabının senaryosuymuş; Hikmet Bila 2007?de senaryolaştırmış ve notere onaylatmış; ölmeden önce bu senaryoyu yapımcılara vermiş; filmde geçen isimler, olaylar tamamıyla aynı; yaşanmış bir hikaye sonuç olarak. Bir işimizde de doğruluk olsa; her işte bir eğrilik olmak zorunda mı? Çalma senaryoyu; isim hakkını ve para hakkını ver; adını da yönetmen olarak koy; şanın olsun; böyle senarist, yönetmen ve hırsız denmesindense sadece yönetmen denmesi çok daha iyidir.
Yılmaz Erdoğan reddetmiş bu iddiayı; ?7 yıllık bir araştırmanın ürünüdür? demiş; bu kadar mı tesadüf olur; yinede umalım da gerçekten öyle olmuş olsun; hakkı olan kazansın.
Son dönem Türk filmlerinin en önemli handikapı konuşmaların anlaşılmayışı; pek çok Türk filminde var bu; sanırım anında yapılıyor seslendirmeler ve sözler gümbürtüye gidiyor; Kelebeğin Rüyası?nda ilk sahnede iki şairin konuşmaları kesinlikle anlaşılmıyor mesela; 3 kere geri aldım; yinede anlayamadım ne dediklerini; sinemada izleyenlerin böyle bir şansıda yok; ara ara yine öyle anlamayıp kaçırdığım yerler oldu; olsaydı alt yazı açacaktım; yokmuş; sözlerini; özellikle de başını anlamadığınız bir filmi izlemenin ne gibi bir anlamı var? Sonradan seslendirilseler çok daha iyi olur bence. Yabancı filmlerin hepsi dublaj ve hiç anlamamak; duyamamak gibi bir sorun oluşmuyor.
***Bu yılın oscarları verildi; eski oscarlara göre çok daha az şaşaalı bir oscar töreni geçirdik; her zamanki gibi sunucusunun holywood içinden birinin olmasını isterdim; değildi; bu yılın oskarları doğal olanlara dağıtılmış; doğal saç, doğal makyaj, doğal oyunculuk; bu demektir ki hayatta olan ve bir şekilde hayatını idame ettiren herkes aslında bir oskarı hak ediyor; günümüzde ayakta ve hayatta kalabilmek gerçekten oskarlık bir mesele oldu. Hayatı izlediğinizde oskarlık bir filmi de izlemiş oluyorsunuz demek ki!
Shawahank redemption; esaretin bedeli adlı filmde adam hapse girdiğinde odasına asmak için bir Rita Hayworth afişi ister; asar; aradan yıllar geçer Rita Hayworth afişinin yerini Marilyn Monroe alır; o yeri dolduracak bir sonraki kadının adı Raquel Welch?tir; hepsi birbirinden kadınsı kadınlar; şimdiki kadın artistlere bakıyorsunuz; kadınsılıkla alakaları yok; tahta gibi dümdüz kadınlar; güzellik anlayışı oldukça değişmiş geçen zaman içinde; posterlerini asan vardır elbette ancak şimdiki starların o zamanki vamp kadın görüntüsünde olmadıkları çok açık.
Laf açılmışken Greta Garbo, İngrid Bergman, Grace Kelly, Faye Dunaway, Elizabeth Taylor, Brigitte Bardot, Audrey Herburn, Sophia Loren, Natalie Wood, Shirley Maclaine, Ava Gardner?i de yad etmek lazım; yıllar boyu güzellikleri ile hayatlarımıza güzellik kattıkları için.
Güzellik anlayışında da klasik güzellik anlayışının dışına çıkılmış; Jessica Biel, Cate Blanchett, Jennifer Lawrance; hepsi sıra dışı, farklı bir güzelliğe sahip; daha çok kendine özgü güzeller. Bana sorsanız hiçbiri güzel bile sayılmazlar; özellikle eski artistlerle karşılaştırılınca.
Oskar törenini izledikten sonra anladım ki bu güzellik meselesi karışık iş; Bette Midler ve Goldie Hawn; her ikisi de 1945 doğumlu; 68 yaşındalar; bu mesleğe başladıklarında Goldie Hawn güzeldi; Bette Midler çirkin; bana göre değil bu yargı; genel kanıya göre; ancak törende gördüğüm kadarıyla şimdi Bette Midler güzel ötesi; fıstık gibi duruyor; Goldie Hawn ise çirkin ve yaşlı; çık çıkabilirsen bu işin içinden; ne demişler; ?ne oldum dememeli; ne olacağım demeli?. Güzele olan talep fazlalığı mıdır acep nedeni; yani yıpranma payı; kim bilir? Belkide güzel olma; güzel kalma stresidir nedeni. Bette Midler?in stresli bir hali hiç olmadı dışarıdan görüldüğü kadarıyla. Gerçi genel olarak sarışınlar kolay yaşlanırlar.
***Kuraklık alarm veriyormuş; son 41 yılın en az yağış alan yılını yaşıyormuşuz; Çukurova?da bezelyeler iç verecek kadar büyümemiş; buğdaylar olması gerekenin yarısı kadar büyümüş; bu sap ve samanında az olacağı anlamına geliyormuş ki; hayvancılığı da etkilermiş; etkilerini çok yakında soframızda ve ceplerimizde görmeye başlayacağız sanırım. Boşalan barajlarda cabası; kimsenin; belediye başkanlarının hiç dert ettiği yok kendilerine; dertleri şu ara seçimler; halimiz ne olacaksa!
***Artık hazır giyim giymemek gibi bir seçeneğimiz yok; kalmadı; ne terzi var; ne de kumaş satan; buhar olup uçtular. Büyük bir giyim işletmesinin amacı nedir; her zaman için daha çok kâr etmek; büyük bir işletme olsanız; bütün avm?lerde mağazalarınız olsa; ürünleriniz peynir ekmek gibi satılıyor olsa; daha çok kâr edebilmek için yapabileceğiniz tek bir şey kalmıştır; maliyeti düşürmek ve kaliteden ödün vermek; sözün kısası polyestere yönelmek; işte şu anda; halihazırda avm mağazalarının bize uyguladığı rejim bu; az kalite, çok kâr; lc waikiki, benetton, gap, nike, adidas, reebook, boynerlerdeki premium, mudo, zara, fabrika, network, marks&spencer, levi?s, dockers, sarar, polo garage, u.s. polo, nü, english home, bernardo, tanti tonti vs. Hatta ve hatta; abarttığımı bile düşünebilirsiniz; beymen, vakko bile; bunu anlamak için illede müdavimi; iyi bir alıcısı olmak gerekmiyor; vitrinlerindeki gebe elbisesi kesimli elbiseleri görmek bile yeterli; ki dolabımda duranlar; giyilmiyenler, kötü olanlar arasında bol miktarda onlarda var.
Küçük bir işletmenin de amacı kâr etmektir; ürünlerini adıyla satamadığına göre görüntü ve kalitesiyle tercih edilmesini sağlamak zorundadır; ve o yolu tercih eder; maliyeti ve kaliteyi yüksek tutar; daha çok satabilmek adına; işte burada bizim yapmamız gereken ne; bize avm?lerde sunulan o kalitesiz giysileri almak yerine o küçük işletmelerin giysilerini bulmak.
Elbise dolaplarım o avm markalarının giysileri ile dolu; yani bir dolu çöp; hiçbirini elime alıp giyesim bile gelmiyor; o denli kalitesiz ve kötüler; artık onları almamaya kararlıyım; bu amaç üzerine yeni yerler arama, keşfetme yoluna gittim; buldum da; bir dolu bilinmeyen marka; ve kaliteleri o avm markalarının çok daha üstünde; adları dilvin, nogg, moda moda, miss poem, miss cocoa, x life polo, jön. Çoklu marka satan yerlerde aramak gerek; ben bu markaların hepsini bir adreste buldum; beğendik Kocatepe?de; avm mağazalarındaki ürünlerin neredeyse yarı fiyatına üstelik; renkler, desenler cıvıl cıvıl; kızım bayıldı; önceki; avm; alışverişlerine hiç bu kadar sevinmemişti. Ykm, boyner de çoklu satış yeri ancak sattıkları şeyler hiç iyi değil; onlarda kendi adlarına güveniyor olmalılar.
Ucuz alışveriş etmenin şöyle bir avantajı var; bir kere pahalıya alabileceğiniz sayının çok daha üstünde sayıda giysi alabiliyorsunuz; örneğin aynı paraya 5 parça giysi alabilecekken siz o paraya 15 parça alabiliyorsunuz; bu birinci avantaj; ikincisi; nasıl olsa çok pahalıya almadığınız için atmakta da çok zorlanmıyorsunuz; böylelikle bir giysiyi uzun zaman üstünüzde tutma gereksinimi doğmuyor; kolayca atabiliyorsunuz ve yeni, yeni şeyler alabiliyorsunuz.
Her markada olabilir iyi, kötü; bunu ayıklamanın en kestirme yolu iç, yan etiketindeki %?lik dilimlere bakmak; pamuk olması bir numaralı tercih sebebi; bunun dışında viskon, modal da olabilir; viskon kayın ağacı elyafı; gömlekler için uygun; modal bambu lifi; modal için çok dayanıklı diyemem; zaten iç çamaşırda kullanılıyor ve %50 oranında; oranı daha fazlaysa almamak gerek; polyester oranı %10?un üstünde ise almamak gerek. Yünde doğal ve iyi bir malzeme ancak bakımı zor; elde yıkama falan, filan; bir çektimide bir şeye benzemiyor; palto, kaban için iyi bir seçenek; kazakta bir durup düşünülmeli; elde yıkama açısından.
Çamaşırda iyi bir seçim için kom iyi bir seçenek; nü?den aldığım atletler ile kom?dan aldığım atletlerin kalitesi çok farklı; yıkandığında nü?den aldıklarım pütürlenirken; özellikle %50 modal olanlar; kom atletler düzgünlüğünden bir şey kaybetmiyor; görünüşte; yani o %?lik dilimlerde aynı malzeme kullanılmış olmasına rağmen; pamuk kalitesi farklı olabiliyor demek ki. Kom daha pahalı elbette; ama verilebiliyorsa değer.
Geçtiğimiz yaz 200 lira verip ?marka? bir gömlek almıştım; şimdi baktım; üstünde leke olmuş; çıktı, çıktı; çıkmadı ıskarta; bir gömleğin ömrü o kadar işte; 20 lira verseniz de aynı; 200 lira verseniz de; bir farkı yok; şimdiki alışverişimde o saydığım markalardan 200 liraya bir dolu giysi aldım. Eskiden öyleydi; fiyat eşittir kalite; ancak şimdi öyle değil; insanlarda iş ahlakı; kul hakkı anlayışı kalmadı beri öyle.
Hiç öyle takıntılı olmamak gerek markaya; her alanda; büyük marketten aldığım elmalar yumuşaktı; bende artık küçük marketteki sert elmaları alıyorum; ne büyük marketin sahibi tanıdığım; ne de küçük marketin; benim tanıdığım, aldığım elma; ve sert olduğunda ondan aldığım tat; gerisi beni alakadar etmiyor.
***Bu kadar giysi muhabbetinden sonra elde yıkamadan elde yıkama formülü vereyim; elde yıkama gerekebiliyor nadiren de olsa; makinede yıkıyorum yine elbette ama hiç sıktırmadan; sıkmaya geçtiğinde kapatıyorum; bir kez daha yıkatacaksam yıkamayı; yoksa durulamayı seçiyor ve sıkmaya geçtiğinde yine kapatıyorum; 30? veya 40?de elbette; oldu size elde yıkama; ama yünlüler için değil; sadece narin yıkama gerektirenler için.
Şimdi ben gider alınan pantolonların paçalarını diker; yine alınanların ufak tefek tamiratlarını yapar; severim böyle yılda 1,2 kez dikiş makinesi ile uğraşmayı.
***Bu devlet cozuttu; komşuma az önce üstünde maliye yazan bir araba ile iki maliye memuru geldi; eve girdi ve yaklaşık yarım saat kaldılar; iki daireleri var; birinde kendileri oturuyor, diğeri kirada; onunla ilgili olmalı; bu kira vergisi işini sıkı tutuyorlar bu ara; okur köşelerini de okuyorum ara sıra; insanlar kaynanalarının oturduğu ve kira almadıkları evlerin vergisini ödemekten muzdarip; bunun için yeni yasa bekleniyormuş; kaynana yasası; kira vergisi ödememek için formül üretenler bile var; evi 3 kişi birlikte alıp kira geliri 3?e bölüneceği için kira geliri düşük olacağından kira vergisi ödememek gibi; aldığımız her nefesin biri devletin anlaşılan. Annem anlattı geçen gün; eskileri anlatmak hoşuna gidiyor; benimde dinlemek; ayaklı tarih gibi; ne çok şey görüp geçirmiş; 1940, 1950?lerde vergi o kadar yüksekmiş ki on hayvanı olanın vergisini ödeyebilmek için birini satması gerekirmiş; o yüzden vergi toplanma zamanı uzak yerlere götürülürmüş hayvanlar; köylerde; o zaman şehir ne kadar vardı zaten; vergiden kaçırmak için.
Kelebeğin Rüyası?nda anlatılan mükellefiyet dönemi de ilginçti; Zonguldak?ta büyüyen her erkek çocuğunun madende çalışmak zorunda olması; madeni beğenmezsen savaş zaten var; öncelik savaşa yollanmak; olmadı maden; zor dostum zor; ne zulümlerden geçmiş bu ülkenin insanları bu hale gelene dek.
Komşuma sordum; gerçekten kira vergisi içinmiş; yarın tekrar gelip bir form getireceklermiş; o formla para bankaya yatırılacakmış; ?ben gelemiyorum? dediğinizde eve geliyormuş memurlar; alo maliye hizmeti; her eve lazım; kim diyor devlet çalışmıyor diye; bal gibi de çalışıyorlar işte.
Devletin en iyi çalışanlarını sıralıyorum; 1; trafik polisleri; 2; maliye memurları; çok işleri var; çok; ümüğümüzü sıkmak için çok çalışıyorlar.
***Dün basın yayın yüksek okulunda okuduğum zamandan tanıdığım biriyle karşılaştım markette; aradan geçmiş tamı tamına 30 yıl; 1983-2014- görür görmez; hiç tereddütsüz tanıdım ve direkt konuştum; hiç düşünmeye gerek bile görmeden; kafamı çevirir çevirmez; 10-15 dakika konuştuk ayaküstü ve o kesinlikle çıkaramadı beni; o çok devamlı bir öğrenciydi; bense devamsız; ve devamlı onun ders notlarının peşinde koştururdum; vermek istemezdi; hiç unutabilir miyim;))) çokta almıştım ama; hakkını yemeyeyim kızın.
Yine o okulda 1.sınıfta 2. senemde iken; ki devamsız bir öğrenci olduğumu söylemiştim; ve notlarım iyi değildi; ben kantin öğrencisiydim; derslere nadiren giriyordum; sosyoloji dersinin öğretmeni Özer Ozankaya idi; bir gün okula gittim; tam kantine inecekken “sosyoloji sınavı var” dediler; “gireyim bari” dedim; girdim; 5 soru var; ilk dördü hakkında hiçbir fikrim yok; son soru diğer 4 soruyla eşdeğer puanda; yani ya o 4 soruyu yapacaksınız ya da 5. soruyu; soru şu; “sınıfınızdaki arkadaşlarınızı sosyolojik açıdan anlatınız” veya bunun gibi bir şey; bir kantin müdavimi olarak bildiğim en iyi şey o; ya boş kağıt vereceğim; ya da o tek soruyu cevaplayacağım; anlattım; sınav sonucunda 90-95 gibi bir not almıştım; herkes çok şaşırdı çünkü diğer notlarım asla 90-95’e yakın değildi; ve 90-95 alan pek azdı; hiçbiride o soruyla almamıştı çünkü hepsi çalışkan olanlardı; sınıfın sayısını tam olarak hatırlamıyorum ama kişi sayısı 100’ün üstündeydi; dersler anfilerde işleniyordu; aaaa’lar falan oldu; falan, filan; hayatı sosyolojik olarak anlatma konusunda Özer Ozankaya gibi bir profesörden referansım bile var yani;))) Hayat uzun bir yol. O notlarla o okulda kalmam uzun sürmedi; bir sosyoloji notu sizi kurtarmıyor; başka bir okula geçtim; tekrar sınav kazanarak.
O okuldayken tonton; dili tatlı bir hocam vardı; (saçları pamuk gibi bembeyazdı; boyamazdı saçlarını…); hayranlıkla dinlerdim onu; bir filmi seyreder gibi; bütün sınıf öyleydi; trans halinde; alır götürürdü bizi dersin, hayatın içine; bir gün derste bir anısını anlattı; ben onun kadar tatlı tatlı anlatamam belki; siz öyleymiş gibi okuyun; “3-4 kadın taksiye bindik; kendi aramızda hararetli, hararetli konuşuyoruz; neden sonra taksinin şoförü bize ‘öğretmen misiniz’ diye sordu; demek ki öğretmenler iddialı, iddialı konuşuyorlar ki adam öğretmen olduğumuzu anlamış” demişti; veya buna benzer bir biçimde ifade etmişti düşüncesini.
Eleştirmenlik hocamdı; son sınıfta benimde iyi not aldığım bir sınav sonucunda “bu notları alanlar artık eleştirmen olmaya hazırlar” demişti. Ve elbette gurur duymuştum bu sözden dolayı. O zaman; yani hayata başlarken nasıl düşündüğümü çok iyi hatırlıyorum; “eleştirmenliğin profesörü olsan kaç yazar; git çocuklarını büyüt; onlarla ol” demiştim kendime; aynen böyle; tek kelimesi farklı değildi; ve şu an yeniden başlasam yine aynı sözden hareketle devam ederdim hayatıma; o karşılaştığım hanım; eh artık eskiden olan insanlar değiliz; hanım demeliyim; artık 48 yaşındayız ve sırf o yaşta olmamız bile birbirimize saygılı olmamızı gerektiriyor; o okulu başarıyla bitirdikten sonra bir devlet dairesinde çalışmış; konumu nedir diye sormadım elbette ancak lise son sınıfta okuyan bir oğlu varmış; benim ortanca oğlumla yaşıt; ve ona şöyle diyormuş; “sen benim yaptığım en iyi şeysin”; bir kadının hayatta alabileceği en büyük rütbe; diploma alnının akı ile büyüttüğü çocuğu, çocukları; gerisi boş; hikaye.
Eleştirmen olmadım belki ama hayatta eleştirilecek çok şey bulduğum kesin. Ama sanırım gazetecilik yanım çok daha ağır basıyor; ne de olsa ilk göz ağrım; hayata ne şekilde başlarsanız o şekilde devam ediyor.
***Aradan 10 gün geçti ve beni hala hatırlayamamış o arkadaş; eski fotoları gönderdim de hatırlayabildi; kendim olduğumu kendi resimlerimle kanıtlayabildim; bukalemun mu oldum ne? Bu kadar mı değiştim; anlamadım.
***Önce “42” adlı filmi izledik kızımla; tuvaletlerin üstünde “white only” yazıyordu; beysbol tribünine giriş kapısında ise “colors”; siyah bir beysbol oyuncusunun hayatı; sonra “good” adlı filmi izledik; naziler ve yahudiler dünyasını; daha sonrada avusturalya adlı filmi; kızım bir anlam veremedi siyahlara, yahudilere, aborjinlere yapılanlara; bunun cevabını bilen yok zaten; öyle değil mi?
Be First to Comment