Press "Enter" to skip to content

Eğitim Nisan’10

Okula başlatıyorsunuz çocuğunuzu, ilk yılı, ilk günlerden itibaren pek çok kez tokatlanarak dönüyor evine. Öğretmenin insafına kalmış çocuğu pohpohlamak ya da tokatlamak. İki seçeneğiniz var. Ya alttan alıp taviz vereceksiniz çocuğunuzun daha fazla tokatlanmaması için  ‘çocuğunuzun fazladan bir tokat daha yememesi için ne kadar taviz vereceğiniz tamamıyla  size ve çocuğunuzun sizin için olan önemine kalmış!’ ya  da dikileceksiniz karşısına hesap soracaksınız.
Ben her ikisini de yaptım. Büyük çocuğumda ilk seçeneği, son çocuğumda ikinci seçeneği. İlki acemiliğime denk gelmişti, ikincisinde çıkardım acısını. İkinci seçenek çok daha etkili ve doğru olanı da o. Birincisinin de pek yanına bıraktığım söylenemez.
*Orta ikinci sınıftaki oğlunuz her gün neşeli geliyor okulundan. Yalnızca haftanın bir günü her gelişinde, cansız, bezgin, neşesiz dönüyor okuldan. 1,2,3, soruyorsunuz sonunda dayanamayıp. ‘Ne oldu, neyin var?’ Fen dersine giren hocası her ders bas bas bağırıyor, hayatının hıncını çocuklardan çıkarıyormuş meğer. Hayattan bezdiriyor çocukları. Moral sıfır. Ne yaparsınız? Ben de düşündüğünüzün aynısını yaptım. Ona öyle bir ders verdim ki, hayatı boyunca çocuklara her sesini yükseltişinde beni hatırlayacak. 
*Ortaokulda dilbilgisinden oldukça başarılı olan oğlum lisede dilbilgisinden başarılı değil. Neden? Dilbilgisindeki terim adları değiştirilmiş. Sil baştan yeniden öğrenmesi gerekiyor dilbilgisini. Öğrendiğini silip yerine yeni bilgiyi oturtması çok daha zor ilk öğrenişinden. Hangi akla hizmettir bilmiyorum. Bu kadar gerekli mi bu terim adlarının değiştirilmesi? Bir çocuğu aynı şeyi iki kere öğrenmek zorunda bırakmak, kafasını karman çorman etmekle eşdeğer mi?
Öğrenemez mi, öğrenir elbet ama böyle köklü değişiklikler yapılırken çok hassas davranılması gerektiğine işaret çekmek istiyorum. Çocuklarımızın kafaları birilerinin oyuncağı olmamalı.
Tepkisiz toplumlar olduk ne yazık ki! Bizim kuşağımız kayıp kuşak. Bastırılmış, pıstırılmışız haliyle. 12 Eylül çocuklarıyız biz. Çok doğal. Önümüze konanı kayıtsız şartsız kabulleniyoruz. Ama bundan çocuklarımız zarar görüyor. Bu kadarda tepkisiz olmamalıyız.
*Okumalı mı, okumamalı mı? Çaba gösterip bir üniversite bitiriyorsunuz, sizinle aynı yıl liseyi bitirip hemen işe başlayan herhangi biri sizden 4 yıl önce emekli olma hakkına sahip oluyor. Okumak mı avantajlı, okumamak mı? Durup düşünüyorsunuz.
Gittiğiniz kuafördeki bayan eleman birkaç sir ağda manevrasıyla sizin bir ayda aldığınız maaşı birkaç günde cebine indiriyor. Yine durup düşünüyorsunuz, ?Okumakla iyi bir iş yaptım mı?? ?Çocuklarımı okumaları için teşvik etmeli miyim??
Okumanın bir karşılığı yok ise sırf spor olsun diye mi okutacağız çocuklarımızı? Bunca emek, özveri ne için? İlkokul terk kuaför üniversite mezunundan daha çok para kazanıyor. Serbest piyasa ekonomisi. İş bilenin ekonomisi. 
Ekranlar akıl fukaralarının işgali altında. Görüntü var, ses yok. Seste var aslında ama söylediklerinin bir ehemmiyeti yok. Biz büyürken okumaktı teşvik edilen. Okumuşa saygı vardı, ayrıcalık vardı. Şimdi neyi örnek gösterip okumaya teşvik edeceksiniz çocuğunuzu?
Bir gün önce rektör, paşa, doktor, hocasın, bir gün sonra hapishanede. Anlat anlatabilirsen çocuğuna nedenini, nasılını! 12 Eylül dersin, bakar kalır, cunta dersin anlamaz. Ama kendi bir gün rektör, doktor, paşa, hoca olursa içeri girip girmeyeceğini bilmek ister elbet. Ne cevap vereceksin? Oku oğlum, oku kızım, doktor ol, paşa ol, rektör ol, hoca ol mu diyeceksin? Buna çocuklar bile güler!
‘Bir ülkenin geleceği, o ülke insanlarının alacağı eğitime bağlıdır.’ A. Einstein
*Büyükşehirlerde yaşayan çocukların yaşadığı çocukluk değil, maskaralık. Şimdiki çocukların bir iki saat yaptığı antrenmanı biz bütün gün doğal olarak, oyun şeklinde yaşıyorduk, spor olsun diye değil. İstop, yakan top, ebe, akşam ebesi, saklambaç, hava kararıp uyku saati gelene dek. Domatesin çekirdeği kırmızı, kırmızı, Ayşe bu sarayın yıldızı, yıldızı. Bir anda yıldız oluveriyordunuz. Ne oyunlar. Al eline bir dilim ekmek, fırla oyuna. Ara sıra ihtiyaç molası. Bütün gün oyun.
Annelerde rahat. Ayaklarının altında dolanan, yapma, etme diyecekleri çocuk yok, rahatça işlerini yapıyorlar. Oyun bitip eve geldiklerinde ise huysuzluk edecek mecalleri yok. Oyunla rahatladıkları için huysuzluk yapmalarını gerektirecek bir durumda yok ortada.
Çocuklar bizim küçültülmüş fotokopilerimiz değil. Onlar çocuk, çocukluklarını yaşamalılar. Bu onların en doğal hakkı. Sus, yapma, elleme, rahat dur sözlerinden çok hoşlandıklarını mı sanıyorsunuz?  Veriyoruz ellerine kitabı, oku. Oku demekle olsa. Olmuyor işte. Olduğu bu kadar. Ne ileri, ne geri. Aynı yerde sayıp duruyoruz yıllardır hiçbir ilerleme gösteremeden. Onca yatırım yapılıyor eğitime, bir arpa boyu yol alamıyoruz. Hayal gücü gelişmemiş, kendini tamamlayamadan büyümüş insanlar. Yaratıcı, üretken insanlar yetiştiremiyoruz. Çocuğun ihtiyacı olan kitap değil, oyun. Oyunla kişiliğini bulabiliyor çocuk. Geri, geri gitmemeli ayakları okula giderken çocuklarımızın. Orada dersin yanı sıra eğlencenin olduğunu da bilirlerse okula gitmek yerine anne babalarından habersiz parklarda vakit geçirmezler.
Acilen oyun alanlarına ihtiyacımız var. Belediyelere çok iş düşüyor bu konuda. Her sokakta bir oyun alanı, boş bir alan olmalı, düzenlenmeli. Sokak aralarında boş arsa mı yok? Ya da bazı uygun sokaklar araç trafiğine kapatılmalı. Çok mu zor? Bu yapılamıyorsa ki yapılmalı, okullarda son iki ders oyuna ayrılmalı, spor dersi adı altında. Bu çocukların bir şekilde rahatlatılması sağlanmalı, çok geç olmadan. Nasıl ders çalışmaları için okullar, sınıflar, sıralar oluşturuyorsak, oyun oynamaları, spor yapmaları içinde uygun alanlar temin etmeliyiz. Bunu yapmadığımız sürece verdiğimiz eğitimden bir fayda görmemeye devam edeceğiz. Okul yaptırmak için bağış yapanlar, oyun alanları için bağış yapmaz mı? Oraya da yazılabilir adları!
Çocuklarımızı çizgi filmlere, bilgisayar oyunlarına mahkûm ettiğimiz sürece karşımızda ne gibi mahlûkatlar yaratacağımızın hiçbir garantisi yok. Geleceğimiz onların ellerinde. Kendi kazdığımız kuyuya kendimiz düşmeyelim. Bizler yaşlı olduğumuzda onlar yönetiyor olacaklar bizleri.
***70?li yıllarda Türk sinemasında bir yumurcak furyası vardı. Gülmekten kırılıp geçerdiniz yumurcağın yaptığı sevimli yaramazlıklara. Şimdi ise gerçek hayatta bir azgıncıklar furyası var. Ama yaptıkları şeyler hiçte öyle gülünesi, eğlenilesi şeyler değil. Yönetimi ele geçirmiş durumdalar o bücür azgıncıklar. Kendini ifade etmeye başladıkları ilk günlerden itibaren ele geçiriyorlar yönetimi, sessiz, derinden, çaktırmadan. Gerek ağlayarak, gerek ayak direyerek, konuşamadıkları bebeklik dönemlerinde garip itiraz sesleri çıkartarak, ileriki yaşlarında ise kızarak, emirler vererek. Yörüngelerine, hatta boyunduruklarına alıyorlar anne babalarını, kullanarak onların çocukları oluşlarını. Çocuktur geçer, çocuktur büyür, akıllanır derken alıyorlar ellerine ipi, bir daha geri vermemek üzere.
Emin olun o azgıncıkların hiçbiri çocuk değil. Çocuk maskesi ardına saklanmış senden benden daha akıllı, daha büyük insanlar. Ve ne yaptıklarının, ne yapacaklarının, nasıl ele geçireceklerinin o kadar farkındalar ki! Hepsi bu konuda oldukça deneyimli, tecrübeli. En ufak bir açığınızı yakalar yakalamaz başlıyorlar içeri sızmaya. Aynı anda öyle çok evde boy göstermeye başladı ki bu azgıncıklar, organize olduklarına inanmaya başladım. Ama bu olanaksız. Birbirlerinden habersizler, birbirlerini tanımıyorlar. Peki, nasıl oluyor da aynı anda aynı tepkileri veriyorlar? 
Biz çocukken çocuklar yarı aptal sayılırdı.Zekâ büyüdükçe gelişirdi. Çocuktur, anlamaz gözüyle bakılırdı. Ve gerçektende öyleydi. Şimdi çok farklı. Onlar bizim gibi değiller. Doğar doğmaz bile algıları o kadar açık ki.  Okul müfredatları bu çocukların düzeyinin çok, çok altında artık.
Bizim çocukluğumuzdaki çocuklar değiller onlar. Bir değişim süreci yaşıyoruz. Ve bu sürecin canlı şahitleriyiz. Evlerde çocuk egemenliği yaşanıyor. Annenin babanın değil, çocuğun sözü geçiyor. Anne babalar çocuklarının etrafında pervane. Bizler büyürken anne babamızın bir kaş göz işaretinden anlardık ne demek istediğini. Şimdi çocuklar anne baba konumunda. Aman ağlamasın, aman sussun, istediği olsun, derken, derken geliniyor bu sona ne yazık ki! Ağlarım ha, yırtarım ortalığı. Zaaflarını öyle bir biliyorlar ki anne, babalarının.
2, 3 yaşlarında çocuk masada yemek yerken sandalyede ayakta durmayı adet edinmiş örneğin. Babası kesin kararlı, karışmayın, zedelenmesin kişiliği diyor. Ne desin anne bu durumda, karışamıyor. Farzı mahal değil, bu gerçekten uzun süre yaşanan bir olay. Ta ki 2 çocukları da büyüyene dek.
Sorarım sana baba bozuntusu, o 2 yaşındaki çocuk sandalyede ayakta durduğunda düşebileceğini bilebilir mi? Senin o masadaki ve onun hayatındaki fonksiyonun ne? Düştüğünde kaldıracak olan, ola ki hastaneye götürecek olan sen değil misin? Bunu bile öğretemeyeceksen çocuğuna o 30, 40 seneyi ne için yaşadın? Kitapta öyle yazıyormuş. Karışmayın çocuğa. Güler misin, ağlar mısın? İlahi adam! Kuran mı o kitap? Onu da yazan sen ben gibi bir âdemoğlu. Yere, zamana, duruma göre öyle çok şey değişebilir ki hayatta. Keşke kitaplarda yazıldığı kadar kolay olsa ama değil.
Astığı astık, kestiği kestik veletler var birde. Sözünün dışına çıkılamayan. Ne olursa olsun çocuğun dediğinin oldurulduğu evler. O ne derse o oluyor. Otur, otur, kalk, kalk. Anne baba çocuğun emrine amade. Peki sahip. Şaka değil, gerçek, gerçeğin tıpatıp aynısı. Evlerden uzak olsun. Eskiler gibi söyleyeyim, bizde eskidik ya. :) ?Ne günlere kaldık?? 
Anne babalar duygusallıklarına yenik düşüp hayatlarının idaresini hayat tecrübesi olmayan azgıncıklara bırakıyorlar. Onun izin verdiği yerlere gidiliyor, onun izin verdiği kişilerle görüşülüyor, onun istediği şekilde yaşanıyor. Bir süre sonra dengeler öyle birbirine karışıyor ki, evlilikler işin içinden çıkılamaz bir noktaya geliyor. Anne, anne olamıyor, baba ise baba. Gereken saygıyı göremiyorlar birbirlerinden ve çocuklarından. 
Bazı anneler her ne olursa olsun direnirken, bazı anneler çareyi tez günde uyduruktan bir iş bulup evden kaçmakta buluyor. Babalar eve geliş saatlerini her geçen gün biraz daha geç saatlere atıyor. Sonraları ise bir bahaneyle gelmemeye.
Hır, gür, hengâme, yapma, etme, dur sesleri. Evlerde çocuk terörü esiyor. Evliliklerinde sorun olduğu kanısına varılıp eşler boşanıyor. Ama asıl sorun azgıncığın önlenemez yükselişi. Hiç abartmıyorum. Ben birebir gözlemliyorum bunları. Onlar gemi azıya almadan siz onları hizaya alın derim ben. Yoksa bu işin sonu yok.
Hepimiz dikkatli olmalıyız çocuklarımız konusunda, çocuklarımızın eğitimi konusunda. Bir sürü başıboş çocuk yetişiyor. Hep kendi dediğinin yapılmasına alışmış, pohpohlanmış, uyumsuz veletler. Evlerde durum kurtarılabiliyor, susarak, dediğini yaparak. Peki ya dış dünyaya açıldıklarında neler olacak?
Biz öğretmezsek, anne baba olamazsak çocuklarımıza, doğruyu eğriyi bu çocuklar kimden öğrenecekler? Evet, zekiler ama zekâ ile bilgi çok farklı şeyler. Zekâlarını nasıl ve nerde doğru şekilde kullanacaklarını bilmiyorlar. Anne babaların gerekliliği burada ortaya çıkıyor. Onları doğru yönlendiren rehberler olmamız gerekiyor. Onlardan birer hilkat garibesi veya iyi insanlar yaratmak bizim elimizde. Ağacı ne tarafından budarsan diğer tarafının güçlenmesine yardımcı olursun. Bu kadar basit. Gereksizleri ve zararlıları budamamız gerek. Yapılması gereken bu. Onları derslerine, öğrenmeye, oyuna, yetmezse spora teşvik etmeliyiz. 
Onlarla bilgimizi, tecrübelerimizi paylaşmalı, yeri geldiğinde ?Otur, oturduğun yere.? Demeliyiz ki, ileriki hayatlarında çok fazla hüsrana uğramasınlar. Biz demezsek önünde sonunda birileri diyecek nasıl olsa. Üstelik onların söyleyişi bizim söyleyişimize de benzemeyecek. Kendinizin, çocuğunuzun iyiliği için dediklerimi bir düşünün. Yeri geldiğinde bırakın ağlamak istiyorsa ağlasın. Hep onun dediği olacak diye bir şart yok. Nasıl olsa susacak. Siz ağlamadan mı büyüdünüz?
Eğitim,2, Zorlama ile eğitim. Nereye kadar? İlköğretim çağlarında çocuklarımı ders çalışmaları için hiç zorlamadım. Diyebilirim ki dersleri ile ilgili tek yaptığım şey derslerini yapıp yapmadıklarını sormak oldu. Kontrol bile etmedim. Sorumluluğu tamamen onlara bıraktım. Yaptılarsa da kendileri bildi, yapmadılarsa da. Sonuçlarını kendileri üstlendiler. Bir eğlenceye, bir oyun alanına götürür gibi götürdüm okula çocuklarımı. Bir sürü dersin altında ezerek değil. Hatta zaman, zaman kendilerini gereksiz yere zorlamamaları konusunda telkinlerde bulundum. Okul dışı vakitlerini ise daha çok gezmeye, açık havaya, dinlenmeye ayırdım.
Çocuklar bizim çalar saatimiz değil ki kurulduğunda istediğimiz gibi davransınlar. 7 yaşına geldiler diye verilen her şeyi tam anlamıyla alacaklar diye bir şey yok! Bizim beyinlerimizin 7 yaşa kurulu olması çocukların beyinlerinin de 7 yaşa kurulduğunu göstermiyor. Her çocuğun dünyayı algılayış, anlayış, hayata hazır oluş biçimi birbirinden farklı. Birinin şu anda hazır olduğuna bir diğeri 3 yıl sonra hazır olabiliyor. Eğitimde, özellikle evdeki eğitimde aşırı zorlamalar ters tepebiliyor. Küçük yaşta büyük beklentiler, anne babaların başarı hırsı çocukları okuldan, dersten soğutuyor. Bu kadar üstlerine düşülmese, derslerini tanımalarına, sevmelerine fırsat verilse eminim ki sevecekler. Ama aşırı zorlama ters teptiriyor.
Bazı anne babalar çocuklarının 1. sınıftan itibaren bütün derslerinin 5 olması gayreti içindeler. Nasıl ciddiye alıyorlar ders işini akıl alır gibi değil. Sanırsınız kendileri hiç okul okumamış, okuldan, dersten sıkılmamışlar. Nedir bu yaşta cendereye almak çocukları? Nereye koşuyoruz? Çocuklarına yaptıkları şey kendilerine yapılmış olsa hoşlarına gider miydi? Çocukla beraber, hatta çocuktan daha çok ders çalışıyorlar çocuklarını başarılı yapabilmek için. Daha ilk yılda başlanıyor bitmek bilmeyen sıkıcı ev ödevi saatlerine. Okulda bütün gün ders gör, gel evde saatlerce ders çalış, seveceği varsa da sevemiyor çocuk dersini.
Bana kalırsa ev ödevleri yasaklanmalı. Anne babaların çocukları ders çalıştırması yasaklanmalı. Çok ciddiyim. Çünkü sınırlar çoğu zaman aşılabiliyor. Anne baba olmanın sorumluluğu ve iyi niyeti ile çocuklar aşırı zorlanabiliyorlar. Ders okulda kalmalı. Bir çocuk için bütün günlük ders süresi yeterde artar bile. Fazladan ders çalışmalarına ne gerek var? Bunlar robot değil ki, çocuk. Bir arıza yapar, Allah esirgesin bir daha kimse düzeltemez. Çocuk okulda ne kadar alıyorsa bu kadarı yeterli olmalı. Büyükler bile dayanamaz bu tempoya. Çocuklarımızdan niye bekliyoruz ki? İşten gelen bir insan evde de aynı işi yapmaya devam mı ediyor da çocuklarımızdan bu beklenti içindeyiz.
Hele, hele ilk 3 sınıfta hiç gerekli değil. Ödev meselesini abartabilen anne babalar olduğu gibi öğretmenlerde olabiliyor. Kızım ilkokula başladığında öğretmeni projeksiyon makinesi istedi, sınıfça para toparlandı, aldık. Bu sayede çocukların çizgi film ihtiyaçlarının karşılanacağını nereden bilebilirdik? Bir baktık her gidişimizde perdeler kapalı çocuklar yalnız başına çizgi film izliyor. Öğretmenleri elinde çay bardağı aheste, aheste ders bitiminde, okul biterken sınıfa giriyor. Adam bıkmış meğerse 20 yıldır çocuk otarmaktan bizim haberimiz yok. Başıboşluğun, keşmekeşliğin hüküm sürdüğü, işini bilenin işe gitmediği alan çok. Okullarda bunlardan biri olabiliyor zaman, zaman.
Velhasıl, öğretmen dersi kendi öğretmek istemeyip öğretmeyince iş bize düştü. Her gün gönderilen sayfalar dolusu ödevi yaptı bütün veliler çocuklarıyla. O sene kızımı ders çalıştırdığım kadar çocuklarımı ders çalıştırdığımı hiç hatırlamıyorum. Kâbus gibiydi. Kızım solak, ödev yapmaktan sol elindeki damarlar dışarı fırladı, belirgin hale geldi. Hala öyle. O kadar çok yazı yazdırıyordu ki çocuğuma, acıyıp benim yazasım geliyordu ama el yazısından anlaşılacağı için yazamıyordum. Bütün bunlar 1. sınıfta iken yaşandı, düşünebiliyor musunuz? Kızım 2. sınıfa geçtiğinde yan sınıfa aldım. Hiç bu tür sorunlar yoktu, yaşanmamıştı. Bu tamamen karşınıza çıkan kişi ile ilgili.
Bu umursamayan, önemsemeyen tavrın tam zıttı bir öğretmen şekli var ki, o da çocuğun başarısı ile kendi başarısını eş koşan, bunu kendine hırs yapan öğretmenler. Sayıca hiçte az olduklarını sanmıyorum. Bu durumda mağdur olan yine çocuklar.
Şimdi başka bir okulda 4. sınıfa giden kızım beden, müzik, resim dersinin hevesiyle gidiyor her gün okula, heyecanla. Gerçi resim öğretmeni gıcıkmış, herkese öyle davranıyormuş. Ama yinede seviyor resim dersini de. Evde flüt çalışıyor, iyi çaldığı için öğretmen 100 vermiş, çok mutlu olmuş. Akşamdan hazırlıyor beden dersinde giyeceği elbiseleri. Beden dersinin olduğu günler bir heyecan, bir sevinç. Çarşamba gününü iple çekiyor. Onu da zorlamıyorum ders çalışması için. Yardım istiyorsa, gerekiyorsa yardımcı oluyoruz abileri ve ben. Geçen gün okuldan gelir gelmez sordu. ?Anne, disiplin ne demek?? cevapladım, niye sorduğunu geçiştirdi, üstelemedim. Birkaç gün sonra, ders yoluna girince söyledi, ödevlerini yapmadığı için İngilizce öğretmeni ?disipline veririm? diyerek gözünü korkutmaya çalışmış. Çocuk ne bilsin disiplin ne:)
Haftada bir, on beşte bir, bir gün okuldan kaytarıyor, birlikte takılıyoruz. Herkesin kaçamaklara, küçük mutluluklara ihtiyacı var. Çok hoşlanıyor bu günlerden. Geçen gün test olmuşlar. Baktım, 22 kişilik sınıfta 18. olmuş. Pek parlak bir sonuç değil. Üstünde durmadım, azarlamadım, kötü hiçbir tepki vermedim. O bana Allah?ın bir lütfu. Hiç mi kızmıyorum, kızıyorum elbet ama vara yoğa değil. Ders için kızmam, çok önemli olmadıkça. Çocukların okula gitmekle bile üstüne düşeni yeterince yaptığı kanısındayım. Sırf bu yüzden iyi okul, özel okul delisi olmadım, çocuklarımı gereksiz yere okulda zorlamasınlar diye. Ortalama okullarda ortalama çocuklar olarak yaşadılar. Şimdi başarılı çocukların okuduğu okullardalar. Anadolu lisesinde. Yine zorlamıyorum. Ama gözümün üstlerinde olduğunu biliyorlar.
Kızım ilk defa bu yıl bu kadar eğleniyor okulda çünkü beden, müzik, resim derslerinin dal öğretmenleri 4. sınıfta dâhil oluyorlar kendi derslerine girmeye. İlk üç yıl sınıf öğretmenleriyle yapılıyor bu dersler, yapıldığı kadarıyla. Doğru olan da bu. Çocuğu beden, müzik, resim gibi derslerle okula bağlayıp okulu sevdirmek, arada diğer dersleri de öğrenmesini sağlamak. Kızım bunun en güzel örneği. Tabi boş geçmeyen, basit ders diye savsaklanmayan, adamakıllı ders gibi ders olarak yapılan okullarda. Böyle yapılmayan okullara çok şahit oldum.
Bana göre ders disiplini konusunda her çocuğun hazır olacağı kendine has bir zamanı var. Sınavda başarılı olamadığını öğrenince demek ki kızımın zamanı dolmamış diye içimden geçirdim. İçim biraz burularak. Boş cevaplar dikkatimi çekti. Yetiştirememiş. Türkçe, sosyal tamamen boş, matemetikten birkaç yanlışı var. Girdiği ilk genel test sınavı. Bir kere okuyunca anlamamış, iki kere okumuş. Severim ben onu. Bıcır, bıcır.
Sonuç kâğıdını incelerken bir baktım fenden 1 yanlışı var. Fen dersinden okul birincisi olmuş. Kendi farkında değil. Söyleyince gözleri parladı, fen dersini çok sevdiğini, iskeletlerin, kas sisteminin çok ilgisini çektiğini anlatmaya başladı. Fen bilgisi denice parlayan gözleri görülmeye değerdi. Sevindim. Kızımın öğrenme zamanı dolmuş. Artık arkası gelir. Benim itelememe gerek kalmayacak. ?Benim kızım birinci? diyerek sevdim, öptüm, kucakladım. Nasıl hoşuna gitti. ?Çok mu hoşuna gitti?? diye bana sordu. Anlamadı neden bu kadar sevindiğimi. Kendine güveni geldi. 3. kez anladım ki yine doğru yoldayım. Abilerinin yakaladığı başarıyı o da yakalayacak.
Ben fen bilgisini her gün ona düzenli olarak çalıştırmış olsaydım aynı başarıyı yakalar mıydı? Sanmıyorum. Bıkkınlık, gına gelir ve dersten soğur, uzaklaşırdı. Sevdiği şeyi kendi el yordamıyla bulma hazzını yaşama hakkını elinden almış olurdum.
Matematik tutkunu olan 11. sınıftaki büyük oğlum matematikteki başarısını ders çalışmamasına bağlıyor. Arkadaşları için, ?eğer onlar kadar çalışıyor olsam kafam kalmaz, bende başarılı olamazdım? diyor. Okula, koşuya ve dershaneye gidiyor. Dershane sınavında matematikten 40 soruda 1 yanlış yapmış.
Akşam 7?den sonra eve geliyor ve bilgisayarda 1,2 saat oyun oynuyor. Yorulan kafasını bir şekilde boşaltması, dinlendirmesi lazım. O bunu bilgisayar oyunuyla gerçekleştiriyor. Bence iyi bir seçim mi? Değil! Yeri geliyor bilgisayar yüzünden tartışıyoruz. Ama bu onun seçimi. O kendini bu şekilde dinlendiriyor, kendine bunu uygun görüyor. Süre uzarsa kalkmasını ikaz ediyorum, o kadar. O saatten sonra biraz derse bakarsa bakıyor, bakmazsa yatıp uyuyor.
Bilgisayar oynama, ders çalış desem, zorlasam çalışır elbet ama o çalışmanın ona bir faydası olur mu? Olmaz. Olmayacağını kendide söylüyor zaten.
Bu oğlum 7. sınıfı bitirdikten sonra aldı üstüne ders çalışma, derse itina etme sorumluluğunu. Dediğim gibi her çocuğun kendini ifade ediş süresi birbirinden farklı. Yani son 3, 4 yılda kat etti bu yolu. 8. Sınıfa gelene kadar şımarık, haylaz bir çocuk olmayı seçmişti hâlbuki. Her teneffüs basket oynayarak ter içinde derse giren, muziplikler yapan, ortalıkta koşuşturan yaramaz bir çocuk. Gerçi hala öyle. Biraz yol, yordam göstererek ders konusunda doğru yolu bulmasına yardımcı oldum, o kadar. Sanırım birazda doğru kişilerle karşılaştım bu konuda, dershanesinde. Çocukluğunu çocuk gibi yaşayabilmeli çocuklar ki büyüdüklerinde de kendilerini olduğu gibi ifade edebilsinler.
Koşuşturmalarının sonucunda birde koşucu oldu üstüne üstlük, 8. sınıftan sonra, tesadüfen. Okulda yarış var demişler, yarışa girmiş, 1. olmuş. Şimdi bir spor kulübünde atlet. Dersi ve koşuyu bir arada götürüyor olmaktan ve her ikisinde de başarılı olmaktan çok mesut.
9. sınıfa giden diğer oğlum en başından beri düzenli çalışmayı tercih etti. Her gün okuldan gelir, dersinin başına oturur. Kimsenin ders çalış demesi gerekmez. Biri oturmaz, biri kalkmaz derler ya, o cinsten. Zaman, zaman kalkması için ben zorlarım, bahaneler bulurum. O da ortalamanın üstünde bir başarıya sahip ama abisi kadar uç noktalarda değil. Her yiğidin yoğurt yiyişi birbirinden farklı.
Umarım çokbilmişlik tasladığımı düşünmüyorsunuzdur. Bunlar benim naçizane deneyimlerim, birebir yaşadıklarım. Sizinle paylaşıyor, içimi döküyorum, o kadar. Belki sizlere de bir faydası olur düşüncesiyle.
*Şubat?11
Birde eğitim konusunda dikkatimi çeken bir şey var. Okumuş anne-babaların çocukları okumak konusunda anne-babaları kadar hevesli değiller. Pek çok örneğe rastladım bu konuda. Baba ODTÜ?de profesör, çocuk 11. Sınıfta okulu bırakmak istiyor. Bizlerin, ben yaşların deyimiyle lise terk. Gerekçesi, konservatuara girip gitar okuyacakmış. Annesi soruyor, ?ne yaptın, nasıl başardın, sırrı ne??. Yorgun, bitkin, dertli. ?Çocukta bitiyor, ne yaparsan yap? diyor.
Bir başka örnek, anne baba avukat, çocuk evde, liseyi bıraktı. İlişkileri öyle bir duruma gelmiş ki anne çokta umursamıyor artık okulu bırakmış olmasını. Psikologlar, psikiyatrlar uğrak yerleri. Emin olun ki o anne baba bunu hiç mi hiç hak etmiyorlar. Ne kadar verici, ilgili bir anne baba olduklarını ben yakınen biliyorum. İkinci çocuklarını devlet okulunda okutuyorlar. Özel okulda okutmaya paraları yetmediği için mi? Hayır.
Bu çocukların ikisi de özel okulda okuyor. Çok pohpohlanmak, şımartılmak, her şeyi o istemeden önüne sunmak, ?aman okusun? demek ters tepiyor diye düşünüyorum. Başka bir neden aklıma gelmiyor. Çocuğa anne babası için değil kendi geleceği için okuması gerektiği düşüncesi en başından itibaren aşılanmalı. Hayatın bir lay lay lom alanı olmadığı en basit gerçeklerle gösterilmeli.
Sadece gelecek kaygısı olarak ta sunulmamalı okul okumak çocuklara. Başarının verdiği haz, başarıdan olunan tatmin ve mutluluk sümen altından vurgulanmalı. 44 yaşındayım ve kendimi en iyi hissettiğim anlar, okul başarılarımı hatırladığım anlardır, öyle çok büyük başarılar olmamasına rağmen. Bir ömür boyu insan için övünç kaynağı.
Anne babalarının dişiyle, tırnağıyla kazanıp hak ettiklerinin havadan gelmediği, emekle kazanıldığı bir şekilde öğretilmeli. Dişiyle, tırnağıyla kazanmasına fırsat tanımak için sırça fanuslarda, özel okullarda değil, devlet okularında okutulmalılar bana sorarsanız. Hayatı her boyutuyla tanıması sağlanmalı. Ve o hayattan nasıl sıyrılması gerektiğinin yolunu kendi bulmalı. Aşırı korumacılık bir işe yaramıyor. Bırakın kendi boğuşsun arkadaşıyla, öğretmeniyle, dünyayla. Sürtülsün burnu, kopmaz ya! Uzaktan izleyin, çok gerekliyse müdahale edin. Yoksa onca emek, sıkıntı, beklenti hayal kırıklığı.
Diyelim ki yemediniz içmediniz, özel okullarda, sırça fanuslarda okuttunuz çocuğunuzu. Her şeyden koruyup sakınarak. Kendini kimden ve ne zaman ve nasıl koruması gerektiğini zamanında öğrenemeyecek. Doktor çıkacak, o tanımadığı, nasıl korunacağını bilmediği insanları tedavi edecek. Avukat olacak, onların davalarına bakacak. Yolda, izde, sokakta, her yerde karşısına çıkacak. Bırakın kendi hayatını kendi yaşasın, kendi tanısın. Onların da bizim kadar hayatı tanımaya, hayatı olduğu gibi yaşamaya hakları var. Kendiniz özel okulda mı okudunuz? Zaten yoktu.
Özel okulların birde şöyle bir yükümlülüğü var. Velinin okula ödediği parayı çocuğun başarısı olarak geri döndürmek. Ödenen parayı başarı ile iade ederek kendini rahatlatmak. ?Para verdin ve bunun karşılığında çocuğun başarılı gördün mü?? diyebilmek için ellerinden gelen her türlü çabayı gösteriyorlar. Bu uğurda çocuklar harcansa bile. Yöntem çocuğu başarıya zorlamak. Bu zorlanmalara kendi gözlerimle şahit oldum. Öğretmen 4. Sınıftaki çocuğu sınıftan dışarı almış, ders notlarını yükseltmesi konusunda açıkça sıkıştırıyordu. Çocuklarımın okuduğu okullarda hiç böyle bir manzarayla karşılaşmadım. Neyse ki!
Her çocukta ters tepecek diye bir şey yok. Ama bazı çocuklarda ters tepiyor işte. Benim içinde böyledir. Bir şey için ne kadar zorlanırsam o kadar geri kaçarım. Sevmediğim bir şeyde asla başarılı olamam, olmam. Başarılı olmam için öncelikle sevmem ve benim istemem gerek. Çocuklarımda benim gibi. Bunu hissettiğim için en başından beri devlet okulları ilk tercihim oldu. Oranın getireceği rahatlık, gevşeklik ve özgürlük çocuklarıma başarıyı getirecekti, getirdi de.
Bu iddiam beni kesinlikle içermiyor, ben istisnayım, yüksek zekâlar zorlanmayı kabullenemiyor. Çocuk o dersin belki de çok, çok üstünde bir kapasitede ve o sıradan bilgiyi beynine almak istemiyor. Eminim ki demin bahsettiğim okul bırakan o çocuklarda bu çocuklardan.
Eğitim, eğitim ama her şey bir yere kadar. Kimse çocuğunu eziyet çeksin diye getirmiyor dünyaya! Öyle değil mi?
Eğitim 2011 Anne olmak sadece yedirip içirip doyurmak değil. Bu kadar basit olsa zaten insan değil bir hayvan türü oluruz. Bir iki ay emzirir ayırırsın yollarını; hayvanlar âleminde olduğu gibi. Bizim farkımız bir aklımız, akıl süzgecimiz olması ve bütün bildiklerimizi aktarabiliyor olmamız. Yaşamış olduğumuz hayat tecrübesi ile nasıl olduğunu bildiğin bir dünyada daha kolay yol alabilmesi için çocuğunun yolunun önünü açmak. Bu yolda gayret etmesini sağlamak için çaba göstermek, teşvik etmek.
Olduğuna, oluruna bırakmak değil de şöyle kabaca bir çeki düzen vermek, tozunu silkelemek. Olabildiğinin fazlasına değil de olabildiğinin en iyisine yönlendirmek çocuğu. Ne başıboş bırakmak ne de fazlasına, yapabileceğinin ötesine zorlamak; ortalarda bir yerlerde durmasını bilmek. Anne tıraşı hayata hazırlık sınavının ilk aşaması. Anneden sonra hayat sınayacak insanı ki bu anneninkine hiç benzemez.
Asıl sınavı annenin elinden çıktıktan sonra verir insan. Üstelik bir ömür boyu sürer bu sınav. En başında doğru adımlar atıldıysa ileriye çok daha büyük adımlarla varılır. Anne sınavı %100 başarı ile atlatıldıysa ondan sonraki sınavlar çok daha basit gelecektir kişiye. O varılan yerde rahat eden şey annenin kafası ve kişinin kendisidir.
Bütün bu emekler verilmese onca başarılı insan var olur muydu?
Çocuk var kendini zorlar; senin çabana, itelemene gerek kalmaz. Yeri gelir ?yapma oğlum, durdur kendini; bu kadar yeter? dersin. Çocuk var durur olduğu yerde; bilirsin ki azıcık iteleyiversen dünyayı alacak avucuna; bakar oradan beni şöyle bir iteleyen olsa diye. İtelersin elbet bakıp duracak değilsin ya!
Bu iki tip çocuk benim çocuklarım. İki yaş var aralarında. Biri 16 diğeri 18 yaşında. Biri ders başından kalkmıyor; diğeri ders başına oturmuyor. Ders çalışma konusunda tamamen birbirinden zıt iki çocuk. Birinin aklı fikri dersinde; diğerinin aklı fikri ders dışında her şeyde. Tamamen kendi kişisel özellikleri. Birine nasıl bir tavır sergilediysem diğerini de aynı şekilde büyüttüm. En başından beri hiç derse zorlamadan.
Ama ilerleyen zaman içinde baktım ki birinin zorlanması gerekiyor. Gerçi zorlasam ne fayda; o bir yolunu bulup kaytarıyor yine. Her gün bir bahanesi var çalışmamak için. Bir gün yarıştan çıktım, bir gün sınavdan çıktım, bir gün canım istemiyor, bir gün yorgunum. Hafta dediğin kaç gün? Bitti, gitti işte;))) Bir gün film, bir gün bilgisayar diye birbirini tekrarlayarak geçiyor günler. Şaka bir yana haftada iki saat ders çalıştığını görsem; göremiyorum. 2 ay sonra üniversite sınavına girecek, 1 Nisanda, haftada 2 saat ders çalışmıyor. Bütün yaptığı dershaneye gitmek ve deneme sınavlarına girmek. Sınava girdiği süre kadar ders çalışmış olsa eminim her şeyi yoluna koyacak ama çalışmıyor.
İki oğlumda ortalama bir anadolu lisesinde okuyor. Dersine çalışıyor dediğim küçük oğlum 10. Sınıfta. Çoğu zaman fazla ders çalışmasına engel olmak için bahaneler üretir ve evden uzaklaştırırım onu. Çıkmak istemez; dersim var der; bu yüzden tartışırız. Sınıfında matematik ve fen derslerinde başarılılar arasında. Oğlumun söylediğine göre sınıfın en az ders çalışanlarından biri kendisiymiş. Daha şimdiden, 10. Sınıfta uyku saatlerinden kısarak ders çalışmaya başlamışlar bile. Kendini bana aklamak için söylüyor bunu. ?Benim çalıştığımı çok görme? anlamında.
Dün karne aldılar; 10. sınıftaki oğlum teşekkür aldı; yakındaki bir AVM?ye gittiler arkadaşlarıyla; hiçbiri daha önce gitmemiş. Biz her daim altını üstüne getirdiğimiz için o AVM?nin, oğlum gezdirmiş her yeri. ?Sen bu sene geldin mi buraya? demiş bir arkadaşı;)))) Oğlumun çok garibine gitmiş. İnanamamış duyduklarına. Şaşkınlık içinde.
Annelerin ufku açık olmayınca ve olanakları olmayınca çocukların ufku ve olanakları da daralıyor elbette. Kadını daraltan kafalar aslında çocuklarını daraltıyor.
Büyük oğlum kendi ders çalışmadığı için arkadaşlarının ders çalışma stillerinden bahsetmez doğal olarak. Ama dershanedeki toplantıda annelerden duydum ?3-5 saat uykuyla? ayakta durduklarını çocukların. Onlar 12. Sınıf elbette. Yani bu yıl girecekler sınava.
Oğlumu hala her gece zor kaldırıp yatırıyorum bilgisayar başından. Oyun oynamıyor; sadece bakınıyor, geziniyor veya film izliyor. Oyun en önemli yasağımız. En azından evde. Yatıp uyusa razıyım; nerede ders çalışmak! Oğlum 12 oldu, oğlum 12 çeyrek, oğlum saat 1. Guguk kuşuna çevirdi beni. Uykularım paçavra, bölük pörçük. Dalıyorum bana göre 15 saniye, uyanıyorum ışık hala açık; bir daha, bir daha; guguk, guguk;))
Hiç kolay geçmiyor olsa gerek evlerde bu büyük yarış. Çünkü artık zekâlar değil hırs, azim ve çalışmalar çarpışıyor. Bir, iki ay öncesine kadar oğlumun elinden telefon düşmezdi gelen mesajlardan. Yemek yerken bile bir yandan mesajlaşırdı arkadaşlarıyla. Artık mesaj bile gönderen yok. Hep böyle olsa keşke;)) Sinir oluyordum telefonu bir dakikalığına bile elinden bırakmamasından.
Herkes dersine, ders çalışmaya dalmış durumda. Gelen mesajların tamamen durmuş olmasından bu açıkça belli. Oğlum hariç. Çalışmıyor. O tercih etmiyor kendi için böyle bir yaşam stilini. Sorduğumda ise ?çalışamıyorum? diyor. Bundan öteye ne sorulur ki? Sıkıya gelmek işine gelmiyor. Fazla zeki; ondan olmalı diye düşünüyorum. Neyse; bildiğine bıraktım; yapacak birşey yok. ‘Koyma akıl tereğe çıkmaz’ derdi annem. Kendi istemedikten sonra benim ne isteyip istemediğimin bir önemi kalmıyor nasıl olsa. Hayat onun hayatı. Düşmeden kalkılmıyor; o da öğrenecek.
Sene başında dershanede yapılan deneme sınavlarında ilk beşteydi oğlum. Her geçen gün düşüyor başarı oranı. En son dokuzuncu olmuştu. Daha da düşecek. Çalışmak ya da çalışmamak; bütün mesele bu. Çalışanlar ilerliyor, çalışmayanlar geri gidiyor. Kıçını kırıp oturan varıyor istediği sonuca. Diğerleri arkada kalıyor.
Onca yetişen başarılı insan yata yata yakalamadı başarıyı sonuçta. ?Başarılı doğulmaz, başarılı olunur? demiş birileri. Haklı bir söz olmadığını kim söyleyebilir? Dünyayı değiştirenler; değiştirecek olanlar onlar.
Aynı neyden aynı nağmeleri üflemekle bir adım ileri gidemediğimiz; gidilmeyeceği ortada. Bu çocuklar; başarılı olanlar, hayatımızda bir şeyleri değiştirecek olanlar.
10 yaşında 5?e giden kızım arada derede kaynıyor iki oğlumun ardından. Büyüklere odaklandığı için ilgim o fena halde kaytarıyor; hayırlısı Allah?tan. Matematik 1 gelmiş karneye. Hakkıyla mı aldı onu bilemem elbette. Kaprislerini çocukların karnesine yansıtan öğretmenler yok değil! Hani başarısızdır da 1 olacak kadar değil. Matematiğinin 1 olduğunu sanmıyorum açıkçası. Ben pek tınlamıyorum öğretmenini; bana vermiş o notu sanırım. Hiç önemli değil. Bu onu mutlu ediyorsa bırakayım mutlu olsun.
3 çocuğumun toplamda 12+10+5=27 yıldır velisiyim. Kendi eğitim yıllarımı da eklersek kendi yaşımı geçer. Ne öğretmenler gördüm; ne kaprisler, ne kötülükler. İnsan hayatıyla oynayanlar bile. Bu defaki onların yanında çerez.
Benimle olan ilişkisini kızımın karnesine yansıtıyorsa bana göre o karne kızıma değil; kendisine aittir. O birlik karneyi kendi hak etmiştir.
Öğretmenlik dışında hiçbir iş kolunda yok müteşekkir olmak, hep alttan alan olmak ve boynu bükük olmak beklentisi. Herkes hizmetini veriyor ve karşılığında aylık maaşını alıyor. Ama öğretmenler bunu bekliyor nedense. Çocuğunu emanet ettiğin için bütün kaprisini sana yönlendirmekte bir sakınca bulmuyor. Bende o beklentilerini karşılamayı reddediyorum naçizane. Ben neden eğilip büküleyim ki karşında? Kızımı kaşının gözünün hayrına okutmuyor sonuçta.
Şubat’12
Bu nasıl olur bilmiyorum ama kişisel ilişkilerin karneye, nota yansıtılması bir biçimde engellenmeli. O yazılı kâğıdında isminiz olduğu sürece öğretmenin tarafsızca not vermesini beklemek yanlış. Bu her öğretmen için geçerli değil elbette.
Öğrenciyken kişiliği oturmamış bir öğretmenim her derste doğudan gelen bir öğrenciyi aşağılar; dalga geçerdi. Bu tavrından rahatsız olduğumu konuyu her yenileyişinde yüzüne vurmaktan çekinmezdim. Benden başkası da ses çıkarmazdı hiç bu konuda. Bana alttan alta diş bilediğini bildiğim için yazılısına çok iyi hazırlandım; arkamda benden kopya çeken arkadaşım sınıfı geçti, ben sırf o uyduruk ders yüzünden okuldan atıldım ve iki yıl sonra geri döndüm. Bir savunma iki yılıma; belki de yıllarıma mal oldu. Yine olsa aynı şeyi yaparım; asla pişman olmadım tavrımdan.
O doğulu arkadaş zamanında bitirdi ve gitti okulu. Farkında mıdır acaba bütün bunların bu nedenle yaşandığının;)))
Atılmadan önce bir tek ders sınavı hakkım vardı. Bir ağustos günü okula gittim; beni okuldan atmış olmanın rahatlığıyla gevşemiş olan hoca sınav hakkıyla beni karşısında görünce şafak attı. Benimle birlikte dekanlığa kadar geldi ve beni böyle bir sınav hakkım olmadığına ikna ettiler. Daha sonra dilekçeyle itiraz ettim ama elimde sınava alınmadığıma dair bir yazılı belge bulunmadığından, şifahen söylenmiş olduğundan bir hak iddia edemeyeceğim cevabını aldım.
İki yıl sonra okula afla geri geldiğimde aynı öğretmen dersinde ?iki yıl süründü geri geldi? dedi benim için. Beni yeni sınıf arkadaşlarıma tanıtmak için. Eski arkadaşlarım bitirip gitmişlerdi. Şahsiyetsiz. Ben ve o kimin yüzünden iki yıl süründüğümü biliyorduk elbet. Cevap bile vermedim. O saatten sonra cevap verilecek kadar bile önemi yoktu o adamın benim için. Hala yok.
Bir başka örnek; bir gün bir hocama kendi mesleğinden birinden överek bahsettim; meğerse hocam o kişiyle kavgalıymış. Nereden bileyim? Beni seçmeli dersine almayı reddetti. Beni okulun en iyi öğrencilerinden biri iken en vasat öğrencilerinden biri konumuna düşürdü dersine almayarak. Herkes bulunduğu yeri hak ediyor, hazmediyor diye bir şey yok elbette. Ama bu defa saygıda kusur falan etmemiştim; hakkım yendi;)))
Şimdi gülebiliyorum elbette bunlara ama yaşanırken hiç gülünecek gibi değildi. Ama asla her ikisine de başımı eğmedim; aman dilemedim. Aksine dimdik durdum karşılarında o küçük yaşımda. Zorunlu derslerindeki yazılı kâğıtlarına ?beni dersine almadın da hayatımı elimden mi alabildin, ben her koşulda yaşarım, sen meraklanma? babında doldurduğum yazılı kâğıtları gönderdim ona;))) Her seferinde; her yazılıda)))
Bu iki olay birbirine ters zamanlarda gelişti. Yani önce etkili olan hocam tarafından derse alınmadım; ardından okulda çok önemli bir yer ihtiva etmeyen bir hoca yüzünden okuldan atıldım. Yani o okulun kurallarına göre itibarım sıfırlanınca üstüme çullandı leş kargası.
O okulu bitirdim ama ilişkilerin bu kadar laçka olduğu, kişisel hırsların ön planda olduğu bir hayatı ve o insanları almadım hayatıma. Aklım bu kadarına kesebildi şükürler olsun. Eğer o insanlarla; o iş kolunda sürdürseydim hayatımı, ömrümü yer bitirirlerdi; hiç yanaşmadım, uzak durdum.
O iki öğretmen benden hep sınıfta kaldı ve kalmaya devam ediyor. Verilen her karnede.
Şubat?12
Okullar açılınca anlaşıldı işin gerçeği. Sınıfın genelinin 1?miş matematiği. Öğretmen matematik kursu başlattı. Bir hikmeti varmış bu 1?lerin;)))) Allahım ?ben mi kötü düşünür oldum yoksa dünya mı gittikçe kötüleşiyor?? Ben göndermedim elbette;)))
?İstesem de onlar gibi yapamam, çalışamam? dedi oğlum sınavla ilgili olarak. Bu şartlar altında bir devlet üniversitesinin istediği bölümüne giremeyeceği için özel üniversiteye gitmeyi koymuş kafasına. İstediği bölüm elektrik, elektronik mühendisliği; o olmazsa makine mühendisliği ama bu çalışmama temposuyla olmayacağını idrak etmiş durumda.
Pekte haksız olduğunu düşünmüyorum. Gerçi oğlum hiç çalışmıyor ama çalışmış olsaydı da o denli çalışmasını asla istemezdim. İte, kopuğa uymasın; aklı başında yaşasın, bilgisayar oyunlarından uzak olsun benim için yeterli. Beklentilerimi oğlum konusunda da düşürdüm; ne olur ne olmaz;)))
Sabah iki otobüs değiştirerek okula; 3?te tek otobüsle antrenmana; 5?te yine tek otobüsle dershaneye gidiyor; 8?de tek otobüsle eve geliyor. O saatten sonrada ya bilgisayar başında vakit geçiriyor ya da film izliyor. Ben bu çocuğun nesine ?otur, çalış? diyeyim? Çocuğumu yolda bulmadım. Olduğu kadar. Canı sağ olsun.
Korkunç bir rekabet var üniversite sınavına hazırlıkta. Bizim zamanımıza falan hiç benzemiyor. O zaman 3 matematik, 5 Türkçe sorusu derken kapağı atabiliyordun bir okula. Şimdi mümkün değil. Ölümüne çalışıyor çocuklar. Sınıf arkadaşlarını çok sever oğlum. Okula adeta onları görmek için gider. 1. Dönem pek gidemedi; gitmediler, raporluydular birçoğu. 2. Dönem okula gitmeye başlayınca okulu, arkadaşlarını sordum; yüzünü ekşitti, ?hepsi kafayı yemiş, devamlı kavga çıkıyor sınıfta? dedi.
Çocukların bu kadar üstüne gidiliyor olması çok yanlış bence. Bu işin bir sınırı, bir sonu olmalı yoksa kayıp bir nesille baş başa kalacağız.
Yine nereden nereye gitti aklım. Yazayım, bende kalmasın. Geçen gün kim milyoner olmak istere katılan bir yarışmacı vardı; okuduğu okulları yazmayacağım; ama en iyi okullarda okuyor halen. Kendini anlattı bir dolu, akademik başarılarından bahsetti, durmamacasına. Ama yarışmada hiçte başarılı olamadı. En basit sorularda bile tereddüt etti. Hiç aşağılamadı, incitmedi Kenan Işık; ki genelde yapar; okul başarısına duyduğu saygıdan ötürü. Sanırım 5 milyar aldı ve gitti.
O çocuk doktor olsa ne olur, mühendis olsa ne olur? Dünyadan bihaber! Kayıp bir nesil yetiştiriyoruz ne yazık ki; kimi ders, kimi bilgisayar oyunu başında. Yeni neslin geneli böyle; benim oğlum dâhil. Benim oğlum ders başında değil de bilgisayar başında kaybolmaya yüz tutmuştu; durdurdum

Be First to Comment

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *