Press "Enter" to skip to content

günlük 5b ocak’20

***Kulun bildiğini kuldan saklamıyor bütün netflix dizileri, hepsinde açık açık sevişme sahneleri var, sevişme de denmez aslına buna bakılırsa ama o tabir yerine sevişme sözcüğünü kullanıyorum burada, ama asıl adı başka onun, sevişmede aşk olur, sevgi olur, öpüşme, koklaşma olur, onlarda öyle bir şey yok, demek ki sevişme değil, adı başka bir şey onun, izlemiyorum, asla, midem kaldırmaz izlemeyi, ve hoşlanmam da öyle bir şeyi izlemekten, ama konunun aralarına serpiştiriyorlar ki arada yutulsun gitsin, yine de izlemem, asla, ama bu defa punduna düştüm mü denir, denirdi, öyle oldu, tabi yine netflixte, atiye izleyeyim derken çıktı karşıma o sahneler, netflix sevişme(!) sahnesi olmayan dizileri kabul etmiyor galiba bünyesine, hoş mu, asla değil, hepimizi sapık manyak yapmaya çalışıyorlar, bütün neslimizi, hani yasaklanacaktı netflix, boş, hikaye, ancak maval okuyup susuyorlar, bir şey yapacaklarından değil çünkü bu da bir amerikan projesi, bizi birer düşünmeyen hayvana dönüştürmek, kedi köpekten farksız yapmak, bizden kastım çocuklarımızı, yoksa bizi yapması imkansız, akp de, yani erdoğan da amerikanın kuklası olduğuna göre netflixi kapatmak gibi bir şey söz konusu değil elbette, çocuklar iki ayrı dünyanın arasına sıkıştırılmış durumdalar şu an, biri bizim bildiğimiz dünya diğeri netflixin onlara sunduğu dünya, ikisi arasında gelgitler yaşıyorlar, bu yaşamlarına, giyimlerine yansıyor, onlarla birlikte bizler de o gelgitlerden nasibimizi alıyoruz elbette, zor, bu zamanda anne baba olmak çok zor, benim gibi hem anne hem baba olmak çok daha zor, izlemek istiyor çocuğum, bense o şeyleri izlemesinden rahatsızlık duyuyorum, bundan daha doğal ne olabilir, çocuğumu korumak adına, defalarca izledikten sonra tabi, bu nasıl ve ne kadar korumak olursa artık, ve ayrıca benim evim benim temiz hava saham, bu zamana kadar izlenmediyse o gibi görüntüler evimde bundan sonra da izlenemez, bu evde anne benim belirleyici olan benim, kuralları koyan da benim ve benim kurallarım geçer, beren saatin şaapıldığını görmek, o esrik halini görmek bana ne kattı, katabilir, veya oğluma, kızıma, hiçbir şey, kaldı ki gerçek bile değil, olmasın da zaten, çok mu lazım, Allahın belaları, bütün türk gençliği izledi, izliyor o diziyi şu an, bende izleyeceğimden değil oğlum teklif etti, birlikte izledik o sahneleri, hoş mu, asla değil, oğlumla izlemiş olmam yani, ar, haya, edep hak getire, Allah belalarını versin, netflixin, atiyeyi ve diğer dizileri çekenlerin hepsinin.

Aslında hata bizde, biz düşünememişiz, intikam adlı diziden beri iş yapmadı sanırım beren saat, kaç yıl oldu, çok yolsuz kalmış olmalı ki bu süre zarfında bu yola düşmüş, yazık garibana, farkında olsak her birimiz bir lira yollardık, o da o yola düşmezdi, ben yollardım mesela kendi adıma, beren saat için değil, çoluğumun çocuğumun hatırına, sizi bilemem, siz de yollardınız herhalde, eşek değilsiniz ya.

16 yaş üstü deniyor dizi için, 16 yaşındaki kaç kız çocuğu bir adamın hararetle fermuarını açışını görmeye ve akabinde gelen görüntüleri görmeye hazırdır diye soruyorum size, ahlaksızlar.

Medyada bahsedilirken diziden o sahnelerden konuşmamaya oldukça özen gösteriliyor, iyi dese bir dert kötü dese bir dert, yorum yok, ama bende var, hiç olmaz mı, hemde alabildiğine dümdüz, bir onlar mı dümdüz.

Onun dışındta dizi sürükleyici, izlerken ilgi çekici, özellikle benim için, o yerlere gideli henüz iki ay olmuşken, göbeklitepeye ve nemruta, ama dizinin dışına çıkıp dışardan bakıldığında bir dolu boş sahne olduğunu görüyorsunuz, tekrar göz attığınızda, oğlum izlerken fark ettim bunu, ikinci izleyiş gibi oldu yani, bir dolu düğüm atılıyor dizide ve o düğümler hep boş çıkıyor, bir sona bağlanmıyor, bir sona vardırmıyor, söylenenler hep havada asılı kalıyor, ama başarılı bir dizi olmuş genelinde.

Ben gittiğimde hiç yabancı turist yoktu ne göbeklitepede ne de nemrutta, bir tane dahi, gezip görenlerin hepsi türktü, ve oldukça doluydu, nemrut ta göbeklitepe de, oysa bundan yirmi otuz yıl önce bunun tam tersiydi olay, hep yabancılar gezerlerdi tarihi yerleri biz de bakardık niye geziyorlar acaba diye.

***Köprülere, vergilere, her şeye gelen zam oranı yüzde 22, lafta dahi olsa 2019 enflasyonu yüzde 11, emekliye yapılan zam oranı yüzde 5, çok adil değil mi, her yıl böyle soya soya soğana çeviriyorlar insanları işte.ü, paralı askerliğe gelen zam ne kadar, yüzde yüzden fazla, şu anda beni ilgilendiriyor da oradan dikkatimi çekti, oğlumun okulu yeni bitti, 15’ten 30’a mı ne çıkmış, Allah versin, can bedeli.

***ali demir, eski ösym başkanı, orospu çocuğu, nasılda süklüm püklüm jandarmaların arasında ve elleri kelepçeli iken, yargılanıyor, çocuklarımızın hakkını yemekten, ona bu mahali verenler yargılanmıyor ama, erdoğan, gül ve diğerleri, asıl yargılaması gereken, iki jandarmanın arasında süklüm püklüm olması gerekenler onlar, çocuklarımın, çocuklarımızın emeği, hakkı boyunlarına gark olur bir gün inşallah hepsinin.

***Arada avm turlarım oluyor, geçen gün küçük mutfak ölçeği aradım, bulamadım, bulurum elbet, tuz ölçeğimi küçültmem gerek, büyük olunca farkına varmadan çok kullanıyor olabilirim tuzu, tuz önemli, geçen gün doktor ayça kaya söyledi, kalp ölümlerinin birinci nedeni tuzmuş, yani tansiyon, turşu, zeytin, peynire de dikkat çekti, turşu, zeytin yemiyorum, peyniri de düşüneceğiz artık, kitapçıya da uğradım, o daha da delireceksin diye yazan astroloji kitabı nihal artarınmış, kitabının adı da uranüs depremi, biraz baktım nihal artara, hakan kırkoğlunun öğrencisiymiş, hakan kırkoğlunu yıllardır hiç anlayamam ama öğrencisini anladım, anlatım tarzı farkından olsa gerek, öğretmenliği iyi demekki en azından, bilmek ve anlatabilmek bambaşka şeyler, beni o şekilde delirten de uranüs değil marsmış, boğanın zıt burcu olan akrepten gönderiyormuş bana o etkiyi, neyse ki 3 ocakta başka burca geçtide rahatladım, mars fena, kaldırmadı bünyem o baskıyı, kendi mars olanların işi zor, gerçi onlar da ona göre donanımlıdırlar, bir narin venüslü nasıl kaldırsın kötücül marsın etkisini, ben yani.

Doktor ayşegül çoruhlunun kitaplarını aldım, son günlerin revaçta ismi ayşegül çoruhlu, benim için de öyle, üstelik ilk gördüğüm günden itibaren, kısaca özetleyeyim ne dediğini, bunun için benden telif ücreti istemez herhalde, sonuçta herkes alıyor bilgileri bir yerlerden, ben bu bilgileri ilk olarak bundan en az on yıl önce ne yersen o’sun adlı kitaptan almıştım mesela, sarışın, yabancı, kadın bir yazardı, avusturalyalıyfı diye hatırlıyorum, sonradan attım o kitabı, elimde yok şu an, anlamam için yeterince yeterli gelmemiş bana olsa gerek ki hala bunlarla boğuşuyorum, yetersizlik kitaptan değil benden kaynaklı, ayşegül çoruhlunun alkali diyet kitabını özetlersek vücudun asit alkali dengesi önemliymiş, alkali olmak için bolca çiğ sebze yemeliymişiz, salata, katı sıkacakta sıkılmış sebze suyu gibi, şeker eşittr sigara, sigara da öldürüyor şeker de diyor, tam benim kafadan, ama benim kafadan olmayan bir şey de var, meyve şekeri basit şekerden daha zararlıdır da diyor ve bu beni yıktı, ama yapacak bir şey yok, yenmeyecekse yenmeyecek, bir gün alzaymır, yani deli olmak istemiyorum, hele ki yaşlılığımda, hiç çekemem kendimi öyle, bir an önce öl daha iyi, son bir aydır yeterince deneyimledim deliliği ve hiç hoşlanmadım, ve bunun olmaması için ne gerekiyorsa yapmaya hazırım, her daim burnundan soluyarak yaşamak, devamlı insanlara pislik püskürtmek hiç bana göre değil, öncelikle bu benim bünyem için yorucu, sinirden, kinden beslenen bir yapım yok benim, neyse ki yok, kaldıramam zaten, yiyecekseniz meyvenin az şekerlisini yiyin ve gündüz saatinde yiyin, akşam yemeyin diyor, sabah ve akşam olmak üzere iki öğün beslenmeyi öneriyor, ki ben de son bir aydır böyle yaşıyorum, akşam yemeğinin erken, 5 gibi, yenmesini ve akşamları karbonhidrat, şeker yenmemesini söylüyor, bazı akşamlar hiç yenmeyebileceğini de söylüyor, son bir aydır bunu da yapıyordum, gün içinde, sabah değil, bir veya iki kere yarım limon sıkılmış su içmenin alkali olmaya yardımcı olduğunu söylüyor, dün yaptım bunu ve bugün bütün sistem kendini boşalttı, temizledi, zaten mesele olan yemek değil boşaltmak, yemek konusunda hiç zorluk çekmiyoruz hamdolsun, sonrasında gelsin ödemler, yağlar, limon bir mucize gibi, ne varsa boşalıyor vücuttan, idrar ve dışkı, et yerine bol bol balık yiyin diyor, peyniri de pek önermiyor, bu kadarı yeterli olmuştur herhalde, yazmaktan sıkıldım da.

***”Meyve şekerinin cildimizi en çok yaşlandıran şey olduğunu unutmamalısınız” sayfa 127, “fruktoz glikozdan on kez daha fazla glikasyon oluşturur, yani aslında meyve şekeri olan fruktoz bizi normal şekerden daha fazla yaşlandırır, …bla bla bla…, bu nedenle şeker içeriği düşük meyvelerin tüketilmesi gerekir” sayfa 67, bunları ayşegül çoruhlunun alkali diyet adlı kitabının 67. baskısından alıntıladım, bu söylenenlerden meyvenin zararlı olduğu anlaşılıyor, ben de öyle anladım, iki gün boyunca, neyse ki sadece iki gün sürdü, daha sonra bir sonraki kitabı olan tokuz ama açız adlı kitabının 32. baskısında ise bu bilgi yalanlanıyor ve zararlı olanın meyve şekeri değil mısır şurubu olduğu söyleniyor, buyur buradan yak oldu mu şimdi, oldu, o kitap bu yanlış bilgiyle 67 baskı yapmış ve düzeltilmemiş bu yanlış bilgi, neden acaba, yanlış bilip yanlış yazdığını kabullenmek olacağı için mi, ne ayıp bir şey, insanları bilgi ile aldatmak, hadi oldu diyelim, sonrasında da düzeltmemek daha da ayıp, insanlar belkide yıllarca meyve yemediler bu kitap nedeniyle, neyse ki o zaman okumamışım, meyvesiz yaşayamam ben, bilgi özümsenmiş değil de ingilizceden çeviri olunca böyle “ufak” hatalar olabiliyor haliyle, ben yerinde olsam fark ettiğim anda düzeltirdim ama demek ki bayağı bir geç fark etmiş olmalı, dediğim gibi kimsenin bilgisi birinci el değil sonuçta, ve değilmiş görüldüğü gibi, kimse bir bilginin üstüne başka bir bilgi ekleme, yorumlama cesareti bile gösteremiyor zaten, yine o kitapların birinde gut sebebi olan ürik asitin et yemekten olduğu yazıyor, ben şekeri bıraktıktan sonraki iki yıllık süreçte ürik asitim neredeyse yarı yarıya düşmüş, ben et yemeyi bırakmadım, sadece şekeri bıraktım, kimsenin anlama, algılama kapasitesi yokmuş gibi, birer papağan gibi, hiç üstüne düşünmeden, dokunmadan konuşup duruyorlar hep aynı şeyleri, üstüne bir yorum getirecek kadar akılları yok demek ki, benim var tabi ki, her daim.

Yurdum insanı şeyma subaşı hiyarluneik asit yerine hidroklorik asit yazdı diye kitabında yer yerinden oynadı, dava açıldı kıza, “bestseller” tıp doktoru mısır şurubuyla meyve şurubunu karıştırınca tık yok kimsede, doktora laf edilir mi, edilmez, vurun abalıya, birde doktorların ve diyetisyenlerin beslenmede önerdikleri üç beş kalem şey var ki onları size sıralıyayım şimdi, bakalım bakalım nelermiş, ananas, avokado, hindistan cevizi yağı, kahve, badem, nasıl beğendiniz mi önerileri, hidistan cevizi yağını da kahveye koyacakmışız, böyk, mide bırakmayacaklar insanda bu gidişle, bunlar şifa gerisi hava civa, yaşasın amerika, şu amerikan yiyeceklerini gözümüze sokmalarından çok sıkıldım, amerikanın elinde badem varsa tutup fındık yararlıdır, fındık yiyin mi diyecek, tabi ki badem yiyin diyecek, yaban mersini, vişne örneğinde de olduğu gibi, avokado da öyle, avokadonun yerine geçebilecek, tutabilecek hiç yiyeceğimiz yok sanki, çok taktıydım onları, yapıyorum yazdan şekersiz vişnemi, donduruyorum, bütün kış yiyorum, alıyorum kabuklu fındığı kilosu 20 liradan kırıp yiyorum, veya cevizi, kötü mahzenlerde beklemiş, kabuğunun ne zaman kırıldığı bile belli olmayan californiya bademinden iyidir, hem karadeniz insanı kazanır, kaliforniyalıya mı para kazandırayım burada karadenizli dururken, iki dirhem de az olsun kalsiyumu, hemen ölecek değilim ya, hastaya ilaç mı sanki.

***Neyse canım, çokta vur deyince öldürmeyelim kadını, sonuçta onun söylediklerinin sayesinde bir ayda üç kilo azaldım, akşam yememek müthiş bir şey, anında azaltıyor kiloyu, cidden üç kilom gitti yaklaşık bir ayda, 72 kilodan 69 kiloya düştüm, bakalım devamı gelecek mi, ancak çoğu günler akşamları hiç yemiyorum desem yeridir, günü bir kahvaltıyla savdığım dahi oluyor, ve garip olan öyle büyük açlık sıkıntıları da çekmiyorum, sabah kalkar kalkmaz da yemiyorum, ne zaman acıkırsam o zaman yiyorum, kahvaltı veya başka bir şey, illa kahvaltı olması gerekmiyor yani, sonra bazen bir meyve ve/veya yoğurt, veya hiçbirşey yemeden sabahı buluyorum ve sabah ta dediğim gibi öyle aç olmuyorum, yiyeceklere saldıracak kadar, bir iki saat sonra veya ne zaman acıkırsam o zaman yiyorum, bazı günler akşam da yediğim oluyor ama yine erken saatte, geç değil, ve karbonhidrat değil yediğim şeyler, akşam yani, üç kilo benim için mucize gibi bir şey, hele ki bir ayda, bu bilinmeyen bir şey değil tabi, akşam az yeme, yememe meselesi, komşu abla ve abilerim hep erken saatte yemek yapma işine koyulurlardı yemeklerini geç saatte yememek için, ve akşamı hep hafif şeylerle geçiştirirlerdi, ancak bunu vurgulamak, dikkati o yöne çekmek te önemli ve bunun için minnet duyuyorum doktor ayşegül çoruhlu ya, doktor osman erk in çabalarını da atlamamak lazım birde bu arada, kafaları karıştıran bir dolu saçma sapan bilginin içinden çıkıp geldiler, limonlu su içme meselesini osman erk ten duymuştum mesela önce, biraz yapıp bırakmıştım, şimdi yeniden her gün mutlaka yarım limon sıkılmış bir bardak su içiyorum gün içinde, limon tam bir bağırsak temizleyici ve ödem attırıcı bir şey, çok faydalı, ve belki tek başına bile yapıyordur limon bendeki bu kilo verme işini, yemekle de çok ilgili okmayabilir yani, limon mutlaka olmalı hayatımızda, limonun etkisi de sanırım şöyle, şeker kanı katılaştırır, kıvamlı yaparmış, evet şeker yemiyorum ama meyve ve karbonhidratlar da şeker, limon kanı sulandırıp akışkan olmasını sağladığında metbolizma hızını artırıyor olabilir, bence yani , çok bilimsel bir açıklama falan değil bu, yani bana göre öyle olmalı.

***ayşegül çoruhlunun kitaplarını alırken hesap yüz lirayı geçince on liralık indirim kuponu verdiler, geri yine kitap baktım, benim için kitap ve kitapçı astroloji ve yemek kitapları demek, son olarak birde sağlık kitapları aldım işte o kadar, canım sıkılınca kızım arada elime kitap sıkıştırıyor beş dakika geçmeden daha da çok sıkılıp atıveriyorum elimden, önüne zamanında daktilo şimdilerde bilgisayar alan hiç kimsenin sayrılıklarını dinlemek, çözmek için hiç uğraşamam, herkes kendi sayrılıklarını kendisi çözsün, benim hayatım o kadar uzun değil, ne küçük ağacın eğitimi umurumda ne de kafkanın babasına söyledikleri, kafka okuyor mu beni, okumuş mu, yok, Allah rahmet eylesin, geçiniz, benim sayrılıklarımla sizin sayrılıklarınız benzer oldukları için beni okumaya devam edebilirsiniz, o konuda bir sorun yok, biz aynı taraftayız, hangi taraf, tabi ki doğru ve düzgün yaşamak isteyenlerin tarafı ve hep o tarafta olmaya, kalmaya devam da edeceğiz, astroloji ve yemek kitaplarına baktım, kafama göre bir şey yok, benim yediklerim o kitaplarda mevcut değil artık, astrolojide seçiciyim, konusunda bir uzman olarak, yine son kez sağlık kitaplarına göz attım artık ve bula bula bir taş devri diyeti adlı bir kitap buldum, bunu yıllar önce tv de dinlemiştim ve ilgimi çekmişti, aklımda kalmış, yazarı ahmet aydın, sanırım aynı kişidir tv de izlediğimle, basım yılı ayşegül çoruhlunun kitaplarının baskısından daha önce ve ayşegül çoruhlunun dört kitabının toplam bilgisi o kitabın içinde mevcut, ne demişler, tavuk gıdakladığından yumurtası kiymetlidir, ayşegül çoruhlu da iyi gıdaklıyor, güzel de kadın, yani son haliyle demek istedim, estetik güzeli, ama çabalarına değmiş sonuç olarak.

Her iki kitapta da, ayşegül çoruhlunun kitapları ve ahmet aydının kitabında, benim asıl dikkatimi çeken şey beslenme ve psikolojik durum arasında kurulan bağlantı, gerçi ben bunu çözeli çok oldu, yazdım bunu önceden, şekerin delirttiğini, hepimizin normal olmadığımızı ama kendimizi normal sandığımızı çokça kez yazdım, şeker bağımlılığının diğer bağımlılıkların başlatıcısı olduğunu da yazdım, yaşamımdan gördüklerimle, ancak ahmet aydının kitabında bir ayrıntı daha var ki bu ilgi çekici, 1930’larda yazılan yabancı bir kitapta beslenme ve akıl sağlığı bağlantısı üzerinde durulduğunu yazmış, yani 90 yıldır biliniyor şekerin bizi delirttiği ve bilmiyormuşa yatıp bizi daha da delirtmeye çalışıyorlar, ne acı, bile bile ateşe atılmışız yani, bile bile o kolalar, dondurmalar özendirilmiş, bizleri daha da delirtmek için, vay anasını, bu nasıl bir vahşet, bu paranın, para kazanmanın ötesinde bir şey, bu bir soykırım, daha doğrusu bir soykırım projesi, yani bize yapılmaya çalışılan, çünkü şeker bir biyolojik silah, ve bu silah feci şekilde üstümüze doğrultulmuş durumda, son bir, iki yılda on gram şeker yemedim desem bana inanırsınız değil mi, hadi velev ki abartmış olayım, yüz gram olsun, ama ben yinede on gramda iddialıyım, basit şeker olarak ama, yoksa pilav, makarna, ekmek olmadan hayat olmaz benim için.

ayşegül çoruhlu kahve ve çay konusunda çok net, uykusuzluk yaptığını ve içilmemesi gerektiğini söylüyor, tıpkı benim burada yıllardır söylediğim gibi, bütün doktor olmayan doktorların tersine.

***Ortalığı saran kokular hiç hoş değil, bugün ümit zileli yazmış, kanal istanbul bir arap özerk bölgesi, ülkesi oluşturulması amacıyla yaypılıyormuş, karadeniz havasını seviyor araplar, trabzona merak sarmışlardı bundan önce, karadeniz insanından pek rahat edememiş olmalılar ki yine aynı paralelde olan, mevsim şartlarının benzer olduğu, kanal istanbul bölgesine göz dikmişler, ülkeyi, topraklarımızı satıyor araplara anlayacağınız tayyip baba, onun suyu bayağı bir ısındı da inşallah kaynayacak yakında.

***Şu şampiyon adlı film, atlı olan, aylinin oynadığı, geçen yıl vizyondaydı, jokey halis karataşın hayatıymış, öyle film, böyle film, ne şişirdiler ama, geçen foksta yayınlandı, izledim, kelimenin tam anlamıyla boktan bir film, benim hayatım bile onlarınkinden daha ilginçtir, kadın kanser, adam jokey, başka, başka bir şey yok filmde, veriyorlar gazı her yeni çıkan film öncesi millete, gişeye parasını ödedikten sonra istersen beğen istersen beğenme, neyse ki hiç o gazlara gelmiyorum, çiçero da öyleymiş, oğlum gitmiş, o söyledi.

***Babil adlı dizi başladı, beğendim, iyi yazılmış, yazanı belli ki ciddi anlamda ekonomist, ekonomi hocası, ve bence sanırım fetöcü, son zamanlarda parası bloke olanlar fetöcüler çünkü, orada geçti, araplar iklim değişikliği yüzünden ülkemize geliyorlar, yakın zamanda yaşadıkları yerler yaşanmayacak derecede sıcak olacağı için dendi, kanal istanbulun neden yapıldığı artık daha ayan beyan ortada, topraklarımız paralı araplara peşkeş çekiliyor, satılacak bir onlar kaldı zaten, birde ucuza gidiyor, adamlar projeden alıyorlar, yani fiyatlar artmadan, ben ne anladım bu işten, onlar mı karlı bu işte yoksa biz mi.

Araplar geliyorlar, orasını anladık, gelirken illa kanal manzaralı olacak diye tutturarak mı geliyorlar orasını anlamadım, ya illa su manzarası istiyorlarsa bunun için dağı taşı delmeye ne gerek var, yerleşsinler aynı kısmın karadeniz kenarına, seyretsinler manzarayı, böyle yamukluk mu olur, sırf bu yüzden istanbulda su sorunu çıkabilir, fay hattı depreşebilir, zaten oynuyor bu ara sık sık istanbul, üstüste depremler oluyor, dün de toprak kaymaları yaşanabilir dedi jeolog ahmet ercan, zorla kaşınıyorlar mı, belayı mı çekiyorlar üstümüze üstümüze, doğayla oyun oynanır mı.

Benimle söyle de başladı, mest oluyorum o programı izlerken, Allahtan evde benden başka taleplisi yok programın da kimse izlerkenki halimi görmüyor, şekilden şekile giriyorum, ağlamalar, gülmeler, hepsi var, karmakarışık oluyorum, mest oluyorum.

Talihim yok, bahtım kara, böyle hayat batsın yere, sinesine vura vura ölen var mı benim gibi oyyy, ister kıraçtan dinleyin ister benimle söylede söyleyen kızdan, her ikisi de mükemmel, mest olacaksınız, benim gibi, gerçi kıraçın bütün şarkıları duygu yüklü.

Yani iyiki çok sosyal bir insan değilim, birde öyle olsaydım ne kadar yazardım acaba merak ediyorum, her zaman nereden buluyorsam yazacak bunca şeyi, çenem düşük demek ki.

***Şu mehdi gelecek, hazırlık yapmamız gerek lafı çok su kaldırır bir laf, neresinden tutsan bir acaip, neler oluyor?

***Epey olmuş olmalı buraya uğramayalı, üstüste depremler oldu, olmaya da devam ediyor, Allahtan hayırlısı, bu işte de birilerinin parmağı mı var yoksa, bu sefer de olsa olsa rusya yapıyordur, kanal istanbulu yapmayalım diye, bir o yanda bir bu yanda yer yerinden oynuyor, istanbul, manisa, elazığ, ankara, hepsi birbirinden bağımsız depremler, ve hepsi son bir ay, son üçü son bir hafta içinde, hiç hayra alamet gözükmüyorlar, şu corona virüsü aldı başını gidiyor ne olacaksa, fransada üç kişide görüldü en son, kapımızda yani, oğlum dün istanbuldan geldi, insanlar maske takıyorlarmış istanbulda, Allah sonumuzu hayır etsin ama sanki dünyanın boku çıktı gibi, sayılı günlere mi geçtik acaba, şeytan kulağına kurşun.

Bunca önemli şey varken safsatadan şeylerden bahsetmek biraz abes tabi ancak safsata benim işim, eski kitaplarımı karıştırırken bir kitap geçti elime, adı 30 günde mükemmel cilt, yazarı erika angyal, avusturalyalı, daha önce bahsettiğim ne yersen osun kitabının da yazarı, iki kitabı varmış bende demek, unutmuşum, basım yılı 2006, içerdiği bilgiler bütün ayşegül çoruhlu kitaplarının bilgilerini ve taş devri diyeti kitabının bütün bilgilerini içeriyor ve türkçe baskısı dahi onlardan çok çok önce, asıl kaynak erika angyal yani, olsun, bana bir kilo verdirenin kırk yıl kölesi olmam ama kırk yıl minnettar olurum, o yüzden hiçbirini fazla gıdıklamayacağım, hepsine teşekkürler, çünkü bir ayda beş kilo birden verdim, evet tamı tamına bir ayda, inanılır gibi değil, akşamları geç yemeyip yine akşamları karbonhidrat, şeker, meyve, kuruyemiş yemediğinizde bütün taşlar bir bir yerlerine oturuyor ve ertesi gün acıkma hissiniz kayboluyor, her geçen gün daha da azalıyor açlık hissi, bazı günler öyle oluyor ki neredeyse hiçbir şey yemiyorum ama açlık ta hissetmiyorum, aç olsam zaten duramam, yerim, beni kimse tutamaz, tutamadı da şimdiye dek, o kadar çok yemişim ki biraz da aç gezeyim ne olur, açlık ta güzel ayrıca, bir ayda 72 kilodan 67 kiloya düştüm, yıllardan sonra, en çok ta ben inanamıyorum buna, bundan 4 yıl önce, bu eve yeni taşındığımızda tamı tamına 75 kiloydum, sonrasında sekseni de geçtim.

***Bu arada 30-35 yıldır başucu kitabım olan sağlıklı yaşamanın, genç ve güzel kalmanın sırları adlı kitabn yazarı olan greta flatch i de anmadan geçmek olmaz, minnettarlık konusunda yani, yulafın yararlı olduğunu, pasta yemenin ise zararlı olduğunu ilk ondan okudum, benim bu doğru beslenme takıklığım yeni bir şey değil demek ki, sadece tam olarak uygulamaya koymayı başaramamışım, şeker bağımlısı olduğum için, ama artık değilim, hemde 2-3 yıldır, doktorlar meselesi bu ara daha da kızışık bir hal aldı, yeni gündem konusu kınıkoğlu soyadlı kalp doktoru, hayvansal gıda yemeyin, yediğiniz yağ zeytinyağı dahi olsa yemeyin, sadece bitkilerle beslenin diyor, ve dün çağla şikelde bütün doktorlara meydan okudu, gelsinler tartışalım dedi, ve bunun üzerine bugün osman müftüoğlu onun söylediklerini doğrular tarzda konuştu, sadece bitkiyle beslenilince damarlarda plak oluşmuyormuş, bu ne demek yani, kalp krizi diye bir şey yok demek, madem onun söyledikleri doğru neden derler yok kelle paça yiyin, et yiyin, dert yiyin diye, hiç anlamam, madem onun söyledikleri doğru bizler niye yıllarca o gıdaları afiyetle yemek zorunda bırakıldık, beyinlerimizi kim, kimler rehin aldı.

Damarlarda plak oluşacak diye bunları yememeye değer miymiş, aynen böyle dedi osman müftüoğlu, peki ya bunları yemek ölmeye değer mi, öyle ya, plak demek erken ölüm demek, sen doğru olanı söyle bize, bırak bu kararı bizler verelim kendi adımıza, değip değmeyeceği kararını, aklımıza haciz mi koydun, bizim adımıza nasıl karar verir ve bunları bile bile yıllardır her dakika paça çorbası yiyin dersin, bu nasıl bir kendini savunma biçimi onu da anlayamadım, aptallıkla eşdeğer bana kalırsa, dün osman müftüoğlu efsanesinin bittiği dündü.

Kınıkoğlunun da b12 meselesine bir açıklık getirmesi gerek, o açıklanmadıkça onun tezi de sallantıda, ortada.

Kınıkoğlunun yulaf tarifi, ana madde yulaf, yarım kilo yulaf mesela, içine yeterli miktarlarda, 100 gram olabilir, robotta çektiğiniz keten tohumunu, doğranmış cevizi, ikiye kesilmiş kuru siyah üzümü, veya doğranmış kuru siyah eriği, chia tohumunu az susamı, az çörekotunu, az tarçını koyup karıştırıyorsunuz, istediğiniz zaman istediğiniz miktarda yiyorsunuz, sıcak su koyup 15-20 dakika bekletin dedi, ben şimdiye kadar yulafı yoğurtla yiyordum, demek ki hayat değişecek benim için de, sıcak su çok yumuşatırsa soğuk suyla da yaparım belki, henüz denemedim, suyla da yenmez herhalde, yine yoğurtla yaparım bence.

***Kasım ayı sayfasının sonunda yazmıştım, ama son bir ay içinde yazdım orasını, kıyamet bekarı olarak kalmayacağım gibi görünüyor, çıkacaktır karşıma biri demiştim, gönülden dilemiş olmalıyım, bir haftadır bir sevgilim var, ama onu yazdığımda o hiç aklımda değildi, başka biri vardı aklımda, bundan on yıl önce hoşlandığım biri, tek taraflı, aramızda bir şey olduğu yok yani, annesiyle karşılaşmıştım o sırada ve eski duygularım depreşmişti, 12 yıldır yalnızım sonuçta, hatta bunun daha da öncesinde, ki o zaman karşılaçüşmamıştık sevgilimle, yakında düğün davetiyemi gönderirim bile demiştim size, yaklaşıyormuş demek ki vakit, sezmişim kendimi, onunla, yani sevgilimle 35, 36 yıl öncesinden tanışıyoruz, tam zamanıyla 1984, o zaman benim için iyi bir arkadaştı, bir ay önce, 27 aralık günü, bulvarda zeybekler oynarken, tesadüfen karşılaştık kızılayda, ben eve gitmek için durağa yürüyordum, elimde satın almış olduğum örgü malzemeleri ile, o da otobüsten inmiş yol kapalı olduğu için yürüyor, bir ay dolmadan bir baktık sevgili olmuşuz, nasıl tatlı, aklımı başımdan alıyor, seni çok mutlu edeceğim diyor bana, yağmasan da gürle sevgilim, ben o gürlemeye bile hasretim, nasıl ilgili, düşünceli, gözü, aklı, kulağı hep bende, sanırsın bütün dünyası ben, en azından bana öyle hissettiriyor, ve sanki hep öyle olmuş şimdiye dek, hiç ayrı ayrı yaşamamışız, kopmamışız gibi, nasıl yükseltiyor beni anlatamam, hayalmiş, hayal olacakmış diye ödüm kopuyor, ya sindirellanın balkabağına dönerse iş, çıldırırım herhalde, sırılsıklam tutulacağım o adama galiba.

Ocak ayı başında, yani bu ay başında, satürn pluton kavuşumu vardı, 30-35 yıl arayla karşılaşırlar ve önemli dönüşümler olurmuş bu karşılaşmalar esnasında, bizim karşılaşmalarımız da tam o tarihlere denk geliyor, 35 yıl arayla, kozmoz bir garip, her şeyi çok öncesinden ayarlamış aslında, hiçbir şey tesadüf değil, bu ay venüs balıktaydı ve bu boğaya ve teraziye aşkı getirecek deniyordu, ben boğayım, onun burcu kova, kovada yeni ayın olduğu gün, 24 ocakta sevgili olduk, gel de inanma astrolojiye, inanan değil inanmayan garip, paolo coelho nun simyacısındaki gibi dünyayı arayıp taradıktan sonra birbirimizi bulduk, çok mutluyum, lütfen hayal olmasın, beni uyandırmayın.

Bilirsiniz ben öyle ağza bir parmak bal çalıp bırakmam, bir giriş, gelişme, sonuç yapalım birlikte, böylesi şeyler çok sık yaşanmıyor sonuçta insan hayatında, eski tanışıklığımızda benden hoşlandığının farkındaydım, ki bunu hep söylüyor, şimdi yani, ancak o dönem sevgilim vardı, sonrasında da iletişimimiz koptu zaten, ben de onu seviyordum ama, iyi bir arkadaş olduğu için, ta o zaman sevmişiz zaten aslında birbirimizi, ruh eşiyiz belkide, ve bu belkide o sevginin bir dönüşümü, bir başka hali, bu karşılaşmamızda, 27 aralıkta ben tanıdım onu, zor da olsa, o zaman 20’li yaşlardaydık, şimdi ellili, o benden daha zor tanıdı çünkü o zaman çok zayıftım, yanında biri daha vardı. vaktin varsa gel oturalım dedi, oturduk, laf arasında ve yeri geldiği için evli olmadığımı söyledim, aklımda hiçbir şey yok, tamamen nötrüm, daha da beteri tersim, hiç öyle bir şey mümkün dahi değil bana göre o an için, arkadaş yani benim için, ötesi yok, olamaz da, evli olmadığımı duyunca onun kulakları dikildi, kelimeleri şaşaladı, fark ettim tabi, ayrılırken telefonumu aldı, 3 gün sonra, 30 aralık günü aradı, hal hatır sordu, mesafeli konuştum, aklında eğer varsa bu iş olmaz, boş yere umutlanma tarzında, yılbaşında ne yapacağımı sordu, çocuklarımla evde olacağımı söyledim, hayatımda başka biri olmadığının mesajını da aldı böylece, kapılarımı kırıyorlar yıllardır da ben açmıyorum dermişim, yok öyle bir şey, siz de biliyorsunuz zaten, gel, uğra, görüşelim dedi, eyvallah, arkadaş sonuçta, 15 gün sonra yine örgü malzemesi almak için kızılaya gittiğimde aradım, başka bir yerdeymiş, sıkı sıkı tenbihledi telefonda yine gel, görüşelim, sık sık gel, niye gelmiyorsun, kaç gün oldu gelmedin, aramadın dedi, çocukların büyümüş, niye oturuyorsun evde, yaşlı kadınlar gibi, gel bir bira içeriz birlikte, bira ve ben, geçen gün seni düşündüm bir yerde müzik dinlerken, veya sen geldin aklıma gibisinden bir şeyler dedi, dedi, dedi, benim jeton düşmeye başladı, bu adam bana teşne, ben de ipe un seriyorum kendimce o esnada, ay işte evim uzak gelemiyorum falan, e yaşlandım tabi, öyle dedim demesine ama aklımı karıştırdı tabi söyledikleri, kayıt cihazı çalışmış bende, sonrasında bir bir tekrarlıyor aklımda söyledikleri, üç beş gün düşündüm üstüne, olur mu olmaz mı diye, düşündükçe aklıma yattı, hem kendini de güzel ifade etti bana, yaklaşım önemli, benden, hayatımdan yola çıkarak beni benden istedi, ben de verdim gitti, önceleri niye olmasın ki dedim yavaş yavaş, turşumu mu kuracağım kendimin, yeterince kurdum zaten, sal gitsin dedim, saldım, hem özlemişim birinin bana “bana gel” demesini duymayı, bunu kimin söylüyor olduğunun çok bir önemi var mı, bence yok, var ama yok, sürekli gittiğim marketin müdürü de 5 yıl boyunca bana bana gel dedi ama ona gitmedim, demek ki söyleyenin bir önemi var,mış, demek ki ben biraz hırpani, serseri ve serseri kılıklı, ve parasız erkeklerden hoşlanıyorum, görünen o, kasım ayında benden hoşlanan adam da o tipteydi, evet o başlattı ancak ben de hayır demedim ona, eski kocam da o tipteydi evlendiğimizde, gerçi hala öyle, değişen pek bir şey olmadı bütün çabama rağmen, öyledir yani, 5 yıldır yüzünü görmedim ama değişen bir şey olduğunu hiç sanmıyorum, anladım ben macera seviyor olmalıyım, o serseriyle yunmak, yoğrulmak bana ayrı bir haz veriyor olmalı, ve parasızlığıyla, öyle efendi görünüşlü ve efendi adamlar kapsama alanıma girmiyorlar maalesef, market müdüründe olduğu gibi. bu bir tarz, bir karşı duruştur belki benimkisi, dünyaya ve dünya gezegeninde yaşayanların taptıkları paraya karşı bir karşı duruş, var mutlaka atta yatan bir sebep, şimdiki sevgilim serserinin dibi, çok meraktayım doğrusunu söylemek gerekirse onunla neler yaşayacağıma dair, bir dolu hayalleri var bizim için, şunu yapalım, şuraya gidelim, buraya gidelim, devamlı yeni yeni fikirler üretiyor beyninde bizimle ilgili, bakalım ne kadarını gerçekleştirebileceğiz, bir dolu açık uçlu fikir, açık uçlu fikirlerinin en büyüğünü ise daha en başında üretti, bana seni çok mutlu edeceğim diyerek, kulaklarımın şimdiye dek duyduğu en açık uçlu sözdü bu ve merakla ve hasretle bekliyorum bu sözün kıvrımlı yollarını, onunla akıştayım, her türlü, yine dağıttım konuyu, toparlayayım, gittim, kararlı gittim ama, o gün gelen giden oldu, muhabbetle geçti, ama ona açık olduğumu belli ettim, yani öyle olduğunu sanıyorum, anlayıp anlamamak ona kalmış, ayrılırken de bütün bedenimle sarıldım, arada mesafe bırakmaksızın, bu benim için öyle herkesle olabilecek bir şey değil tahmin edersiniz ki, herkesle derken yanlış anlaşılmasın, bir pot kırmış olmayayım istemeden, eski kocamdan sonra bu denli yakınlaşma benim için bir ilk, sonra beklemeye aldım kendimi, dönerse senindir, sonuçta hiçbir şey kesinlik kazanmış değil, ya kendi kendimi gaza getiriyorsam, kafamdan uyduruyorsam her şeyi, bu hiç yapmadığım bir şey de değil, belki gerçekten arkadaş olarak yaklaşıyor, emin olamam, olamadım, ama aramadım, üç gün sonra aradı, ertesi gün için gel, yemek yiyelim dedi, olur dedim, aradığında nasıl sevindim, havalara uçtum, ertesi gün uça uça gittim, hala emin değilim neler olacağından aslında, yemek yerken yanıma oturmasını söyledim, yanımdayken baktım eveleyip geveliyor, nereden gireceğini bilemiyor, hiç uğraşamayacağım, yaklaştım, sorun çözüldü, bende griler yok, ya siyah ya beyaz, olursa olurdur, olmazsa olmaz, ben bir karar verene kadardır mesele, öyle naz yapıyim, yokuşa süreyim falan yok, neyse o, dümdüz, o yüzden mi kıymetim bilinmiyor acaba, bu da olasılıklar arasında, can çıkar huy çıkmazmış, bu da benim huyum, ne yapayım, böyle işte, ellili yaşlarda aşk, aşk mı bilemiyorum tabi, birlikte göreceğiz ne olduğunu, ama ben bu yeni halimden oldukça memnunum, ha, dahasını anlatmam, bundan sonrası bip’e girer, burası atiye değil.

Korkunun ecele faydası yok, ne zamana kadar korkarak, kaçarak yaşayacağım, bir yerde bitecekti bu elbet, burada bitti, korktuğum sürece hayata hiç şans vermemiş olacağım, belki korktuğum gibi de çıkmayacak hem, bunu yaşamadan nereden bilebilirim, korktuğum, korkacağım gibi çıkarsa da eğer at bir selektör, solla gitsin, by, sonra bak keyfine, bir başkasıyla dermişim, on yılda bir olunca pek vakit kalmayacakmış gibi görünüyor bir sonrakine, hiç öyle çıkacakmış gibi de görünmüyor, korkacağım gibi yani, şimdiye kadarki izlenimlerim öyle söylüyor, ben de kaçın kurasıyım artık, o kadarını da bileyim, zaten çok beklenti yükleyen kim, asgaride buluşalım, yüzyılın yalancısı çıkmasın yeter, on yılın yalancısı çıkabilir ama, bu sorun olmaz çokta benim için, ne dikenli tellerden geçtim hayat boyu, her yerim nasır kaplı, içeriye kolayca nüfuz edilemeyeceği için öyle kolay kolay incinmem artık, kimse incitemez, o eskidendi, yumuşak karnım vardı o zaman, çocuklarım, şimdi çıksın karşıma sıkıysa, pislik, bundan sonrası keyfe keder, sanırım o da öyle bakıyor olaya, öyle bakıyordur yani, başka ne olacak ki, bu ve bu gibi konularda konuşmadığımız için ayrıntısını bilemiyorum tabi, ne ben soruyorum ne o bana soruyor, gününü yaşamak, ne öncesi var ne sonrası, hayat bugün yaşanıyor, şu anda, taahhüt yok, beklenti yok, ben kendime taahhüt veremem 6 ay sonrası için, değil bir başkasına, kimseden de istemem aynı şekilde, ne yaşanacaksa yaşanacak, ötesi berisi, öncesi sonrası yok, o da memnun halinden, tıpkı benim gibi, aslında birazda şaşkınız her ikimiz de, onun geçmiş yaşadıklarını bilemem ama benim şaşkın olmam oldukça normal, o da şaşkın mı acaba, onu da bilemem, onca yıldan sonra ve bu hızda olunca ben şaşkınım ama, seviyorum uranüsü, uranüs marttan beri boğada, ama asıl gelişinin, yerleşmesinin 21 aralıktan sonra olduğu söylenmişti, bu da doğruymuş, ne olduysa 21 aralıktan sonra oldu bana, 5 kilo verdim. sevgilim oldu, benim gibi hımbıl bir boğayı yerinden kıpırdatmak öyle kolay olmazdı, işin içinde uranüs olmasaydı yani, ve o belkide yeryüzünde kendinden korkmamam gereken ilk başta gelebilecek insan, 35 yıllık bir sevgi ve beğeni var aramızda geçmişten gelen, ve bence hatta şu anda hayatımda olabilecek en doğru insan, şu bir haftalık süre içerisinde dahi bana ettiği güzel sözlerinin toplamını 25 senelik evliliğimde duymadım, taahhüt veremem belki ama sırf o güzel sözleri tekrar tekrar ve sonsuza dek duyabilmek için kalan ömrüm boyunca kölesi olabilirim, sırf bu yüzden ondan asla vazgeçemeyebilirim, şimdiden bağımlılık yaptı bile, daha da güzel olanı bunları laf olsun diye değil gerçekten öyle gördüğü, hissettiği için söylüyor oluşu, bunu görebiliyorum, her haliyle, öyle olmadık bir anda söylüyor ki nasıl güzelsin veya başka bir beğeni sözü içimin yağlarını eritiyor, bana hayran olana ben nasıl hayran olmam, aslına bakarsanız bu birini sevmek bile değil, aslında kendini sevmek, seni seveni severek kendini sevmek, bencilce ama öyle, aşk ta bu değil mi zaten, seni seveni seni sevdiği için ödüllendirmek, herkes kendine aşık aslında, kendine olan aşkının tezahürünü, yani yansımasını görüyor bir başkasında, karşısındakine kendini sevdirerek kendini seviyor, kendini kutsatıyor, nasıl ama, gelsin kafka okusun beni, ben niye onu okuyormuşum ki, hiç işim olmaz, çok okuyan değil çok yaşayan bilir, örnekte görüldüğü gibi, şekil 1 A, biraz da şımarığım galiba, bu ara biraz daha şımarık, ne güzel.

Yalancıysa mı, olabilir tabi, bu da olasılıklar dahilinde sonuç olarak ancak yalancı olmamasını dilemek dışında yapabileceğim pek bir şey yok gibi bu konuda, yalancıysa da üstüne bir soğuk su içerim artık, yapacak bir şey yok. yalancıysa yalancıdır, ben ne yapabilirim ki bu konuda, yalancı olmasın ama, hiç değilse bu kadar, azıcık olabilir, zaten bu kadar mükemmeli, ideali size göre olduğu kadar bana göre de fazla da, dur bakalım neler olacak, ben insanlardan gelebilecek her türlü kazığa açık ve hazırlıklıyım, yalancının şahıyla yaşadım 25 sene, daha da mı olmayayım, 25 yıl boyunca gözümün içine baka baka kandırdı beni, hemde her konuda, ilişki, para, adam kullanma, aklınıza ne gelirse, ama şimdi nakit olarak veriyor karşılığını bana her ay o yalanlarının, hemde kazandığının çoğunu, keh keh keh, bunda da olacağı varsa, neyse o olur, benim ne dediğim, ne düşündüğüm hiçbir şeyi değiştirmez, beklemedeyim, ve her şeye hazırlıklıyım, iyi olana da kötü olana da, ha, iyi olması için çabalarım, şevk veririm, ki bunu yapıyorum zaten, ama bundan ötesine gücüm yetmez, her insan kendi içinde bir kapalı kutu ve ben insan çilingiri değilim, benim halim ortada ve bunu o da biliyor, ben ona her türlü kapılarımı açtım, şu an için hayatımın merkezinde, bundan sonrası benim değil onun bileceği bir şey, sonrasını da ben bilirim tabi, at bir tekme, naapalım, hayat bu işte, hem var hem yok, bir var bir yok.

Hem yalansa eğer çok geçmez kokusu çıkar, eğer yalan çıkarsa yalan olduğunu yaşarım, ancak ben şu an iki gözümü kapatıp doğru olduğunu, yalan olmadığını yaşamak istiyorum, hayatıma bu kadar da müdahale etmeyin lütfen, yalansa yalan, sanki hiç mi yaşamadık yalanı, o zaman da ona göre yaşarız, ama şu an için olan doğrular çok güzel ve ben şu anda bunu yaşamak istiyorum, kimse beni bunları doya doya yaşamaktan alıkoyamaz, hem yalansa bile güzel bir yalan ve ben bu yalanın içinde eriyip yok olmak istiyorum, var mı itirazı olan, tabi ki yok, şu an uzağında olsam bile bana söylediği birbirinden güzel şeyler kulağımda, dokunuşları ise bedenimde yaşarken bu kadar zalim ve gaddar olamıyorum ona karşı, içim yumuşuyor ister istemez, ne yapabilirim, eski kocam için şimdiye dek hiç böyle şeyler söyledim mi, asla, haşa, sümme haşa, demek ki kalbimi fethetmiş en azından, demek ki hem kel hem fodul hem de ebleh değil en azından, yani eski kocam gibi, bir iler tutar yanı var hiç değilse, gerçi orman ayısı eski kocamdan sonra herkes çok çok daha insandır bana göre, 25 yıl boyunca o öküze verdiğim şansın haddi hesabı yokken bu defa bir defa olsun dahi şans tanımamak olmaz, bu bana uymaz, ki o şansların en büyüğünü hak ediyor, şu anki görünüş itibarıyle yani, tek dileğim gerçek olması, gerçek çıkması, şu an olduğu, bana göründüğü gibi olsun başka bir dileğim yok onun hakkında, daha ne isteyebilirim ki zaten, ben fena halde düşüyorum ona, gidişat o yönde, az önce tatlım merhaba demiş bana watsapta, ben o senin bal damlayan dilini yerim, ona bu kadarını çaktırmıyorum canım, bu kadarı sizinle benim aramda, yoksa çok şımarabilir, öyle tehlikeli sulara gitmesin iş, yoksa derim, niye demiyeyim, ama demiyorum tabi, ne olur ne olmaz, çöldeki serabım o benim, aşka bunca aşıkken o hoyrat, nobran ve bedbin, ve hatta pislik, adamla en güzel 30 yılımı harcamış olmam ne acı.