Press "Enter" to skip to content

Günlük 4e mart’18

***Şu şeker fabrkalarının satışı meselesiyle ortalık iyice karışmış durumda, meclis yani, maliye bakanı naci ağbal iki yıl önce şeker fabrikalarının satışı kırk kere düşünülmeli demiş, şimdi kırk bin kere düşünüldü diyor, o düşünülme nedenlerini, gerekçelerini bize de açıklasa da biz de bilsek, öyle bir açıklama yok ama meydanda, bir tarım gazetecisine göre bir mısır şurubu şirketiyle anlaşma yapılmış ve o anlaşma uyarınca mısır şurubu kullanımı 6 katına çıkarılacakmış, şeker fabrikalarının satışı da bunun sonrasında gündeme gelmiş, yani bu anlaşmanın sonrasında, mısır şurubu bazı avrupa ülkelerinde yasak, yasak olmayanlarda ise kotası yüzde 2,5 bizde ise yüzde 15, ancak meclisin bunu yüzde 50’ye çıkarma yetkisi varmış, ki bu ölüm fermanımız olur, yani o yapılan anlaşma ile, 6 kat anlaşması, meclisin yüzde 50’ye çıkarma hakkı birbirine uyumlu, bunu da yapmaya kalkarlarsa eğer, ki bunu başkanlık sonrasına bırakırlar büyük ihtimalle, ortalık iyi karışır, bunun altına girerse akp çok şey kaybeder, millet bu defa ipini çeker, çünkü bayağı bir aydınlanma oldu bu konuda, bilinçlendi insanlar, onca haber boşuna yapılmıyor sonuçta, dün markette konuştuğum bir kadın çocuklarının onları yemediğini söyledi, bir iki yıl önce böyle bir şey yoktu çünkü böyle bir neden yoktu, yani bildiğimiz bir neden yoktu, vardı da bu denli bilinmiyordu, ama şimdi var, mısır şurubu, yine haberlerde birinin dediğine göre mısır şurubu bağırsak delinmesine yol açıyormuş, oğlumda olduğunda biz sivilce ilacı olan roankutana bağlamıştık ama belkide mısır şurubundan olmuştu, bunu nereden bileceğiz, tiroit hastalıkları doğumsal olmuş durumda, dün yine hastanedeydik kızımla, kan verildi, bakıldı, tiroitlere, t3 t4 tsh, ilaca devam, öyle ha deyince bitmiyor bu illet, bebesini alan hastaneye gelmiş, biriyle konuştum, doğduğundan beri tiroit hastasıymış, bebek bir yaşında, bir dolu küçük çocuk var öyle, daha doğar doğmaz bir bebe niye tirotle ilgili problemli doğar, annenin beslenmesinden elbette, büyükleri uyandırmadığımız sürece çocukları kurtaramayacağımız ortada, hayat sağlıklıysan güzel, sağlıklıysan mutlusun, sağlıklıysan yediğinin içtiğinin, yaşadığının, takıp takıştırdığın, boyunun bosunun, süsünün püsünün tadı var, sağlıklıysan ne yediğinin bile önemi yok, yok öyle değilse hayat azaptan başka bir şey değil, mısır şurupluların verdiği küçücük boyutlu mutluluklar büyük büyük mutsuzluklar sebebi.

O bebeğin bir gözü kapalı doğmuş, göz kapağı düşük yani, iki kez ameliyat olmuş, çok az kapalıydı hala, göz kapağı düşüktü, kas, mısır şurubu etkileşimini yazmıştım, mısır şurubunun, veya kahve de olabilir bu, kas erimesi yaptığını, sordum o gıdaları yiyor mu diye, yiyormuş, ama onun hasarları zaten doğuştan, nasıl huysuz, mızmız, yerinde durmaz bir bebek, o olmasın da ben mi olayım huysuz, bunun için yerden göğe kadar hakkı var, bir kendi değil bütün etrafı çekiyor hal böyle olunca, bir yanlış ne yanlışlara yol açıyor belli bile değil, çukurda paşa dedi geçen gün, sen suya bir taş atıyorsun, ne olur ki diyorsun ve o suyun dalgaları bir gün senin karşına başka bir şekilde çıkıyor diye, mısır şurubu eşittir o mızmız, huysuz, hasarlı çocuk, ama bunun o atılan taştan olduğunun kimse farkında değil.

***Şekerin glisemik endeksi 60, mısır şurubunun ise 160’mış, yani bu demek oluyor ki mısır şurubu şekere göre yaklaşık 3 kat daha hızlı kana karışıyor, şekerin bile kana karışması sakıncalı iken mısır şurubu 3 kere sakıncalı, bu katliam demek, bu soykırım demek, bu hepimizin ölümüne susamışlık demek, recep akdağ, eski sağlık bakanı, doktor, şimdi başbakan yardımcısı, sağlık bakanlığı bilim kurulunun hazırladığı o nbş açıklamasını okumadığını söylüyor, okumadıysa dahi, ki okuması gerek, kendi bilmiyor mu nbş nin sakıncalarını, biliyor elbette, bildiği halde cevap vermemek için kaçıyor, ne diyecek, ne diyebilir, demoklesin kılıcı başında sallanıyor, nasıl diyecek, bir iş bilmezin, aklı ermezin kuyruğuna takılmış gidiyorlar gözleri kör gibi, kör kuyulara düşesiceler, geleceğimizi yok ediyorlar iş bilmezlikleriyle, aptallıklarıyla.

Kızım için gazi hastanesine gidiyoruz, iki gün önce oradaydık, yan tarafı ilahiyat fakültesi, önünden geçiyoruz, iki grantualet giyinmiş genç erkek arabaya bindiler, kollarında pardesüleri klas bir şekilde tutulmuş, kasım kasım kasılıyorlar, geleceğin büyük adamları pozlarındalar, büyük adamlık onlara kaldı ne de olsa, ahmaklara, o an ağzımdan şu çıktı, geleceğin belaları, benim onlarda gördüğüm anca buydu çünkü, gün olacak ve başımıza bela olacaklar, başka bir şey olacakları yok, anaları ne ki danaları ne olsun.

Akıllarımız dolu, tıkalı, pislik dolu, ki uyanık olmamız gerek, ayık olmamız gerek, trafikteyiz, kelle koltukta, o gün nedense çok dalgındım, kaç kere ucundan sıyırdım kazanın, ayakta uyuyor gibiydim, kızım yanımda olmasa, uyarmasa kesin yapmıştım kaza, kaç kere hemde, uyanmak için, ayılmak için ne gerekiyorsa yapmalı, başka yolu yok, o pislikler, pislik yiyecekler beyin bırakmıyorlar adamda, boş bir kafayla geziyoruz orada burada, dışarıdan gören de adam sanır ama içlerimiz boşalmış, ama sadece kendimizi arındırmamız yeterli değil, bu bizi kurtarmaya yetmez, trafikteki herkes bu durumda senin için yine tehlike, ne fark edcek ki, ha ali hoca ha hoca ali, ha sen kaza yapmışsın ha gelip biri sana çarpmış, sonuçta bir farklılık var mı, yok, her iki koşulda da gideceğin yer eşek cenneti, orada kimse sormuyor kazayı hanginiz yaptı diye, ya hep beraber kurtulacağız ya da hep beraber batacağız bu işte.

****Kızımın aynı yaştaki bir arkadaşı, 16 yaşında, dikkat ilacı kullanıyormuş, öğretmeni de o yaşlardayken kullanmış, ilaç 12 saat süreyle etkiliymiş, bu süre boyunca agresif olunuyormuş, sinir bozukluğu oluyormuş, açlık hissedilmiyormuş, falan filan, bizi bu hale sokan, bu ilaçları almaya sevk eden, üstelik her yaşta, bir neden olmalı. isteyen istediğini desin, ister üç, ister beş tane için desin, biz artık kahvenin kalbi yorduğunda hemfikiriz öyle değil mi, kalp yorulması ne demek, beden yorulması demek, bedenimiz yorulunca ne yapıyoruz, oturup dinleniyoruz, ve ne kadar oturursak o kadar hareketsiz kalıyor ve kilo alımına müsait oluyoruz, nereden nereye değil mi, siz kahve içtiniz ama o kahve size kilo olarak geri döndü, paşanın dediği gibi, siz suya bir taş atıyorsunuz ve o taşın dalgası bir gün sizi içine alıyor, hani uyku kaçırıyor ya, o da pek hafife alınacak, yabana atılacak bir mesele değil aslına bakılırsa, aynı diğeri gibi, uyumanız gereken saatleri yatakta boş ve hareketsiz geçiriyor, gündüzü ise uykuda veya yarı uykulu geçirince yine hareketsiz kalıyorsunuz, gece ve gündüz veriminiz düşüyor, yine ne oluyor, gelsin kilolar, ve yapamadığınız, yetişemediğiniz işler birikiyor, bir kaosun içinde kalıveriyorsunuz, o işler aksadıkça beslenmenize ayırmanız gereken zaman azalıyor, yeterli, yeterince yemek yapamıyorsunuz, her şey birbirine bağlı olarak, zincirleme bir şekilde kötüye gidiyor, siz sadece bir kahve içmiştiniz oysa ki, suya atılan o taş misali bütün hayatınızı altüst ediyor kahve, ben kahve diyorum ama siz bunu çikolata, çikolatalı dondurma ve diğer kakaolu ürünler olarak algılayın, hepsi aynı kapıya çıkıyor çünkü.

Dün yine turşu, yoğurt doktoru hayvanlardaki antibiyotikler size geçiş yapar, bağırsaklarınızdaki yararlı bakterileri öldürürler, küçük baş hayvan yiyin dedi, koyun, kuzu yani, lokantada yemek yemeyin, evinizde yemek yiyin, lokantalardaki etlere tatlandırıcılar konuyor dedi, bu tatlandırıcıdan kastı msg olmalı, hayvanın etten arda kalan bütün organları, toynakları dahil, her şeyi, incelticiden geçiriliyor ve bu çin tuzu, msg adı altında köftelerde falan kullanılıyormuş, biz de yiyoruz afiyetle, yazarken bile midem bulandı, ama yerken hiç bulanmıyor nedense, afiyetle yiyorum, yiyoruz.

Adı zehra, ne içi boş bir dizi, konusu yok, konu olmayınca dizi niye çekilir ki, oynayan kız da pek bir suratsız, oyunculuk desen yok, güzellik desen yok, niye başrol alıyor o kız her seferinde anlayabilmiş değilim, üstelik kaçıncı başrolü bu, ama bize böylesi müstehak demek ki, o meryem bile iki sezon izlendi, neyse ki bitti sonunda, fazilet hanım ve kızları ikinci sezonda ve hala devam ediyor, izleyenlere Allah sabır ve akıl versin, ama beterin beteri var, aşk ve mavi, yeni gelin bile izlenirken onlar niye izlenmesin ki, evimdeki düşman da biti, çok dayanamadı, 5-6 bölüm anca olmuştur, yerinde bir karar, neydi o kızın adı, kezban diyesim geliyor, anladınz işte, farah zeynep abdulahın oynadığı, o dizide de bir kıpırtı yok, başta ne söylediysem öyle de devam ediyor, yeknesak, nasıl başladıysa öyle de gider, düzelmez, aynı bölümde, bir bölüm içinde o zenginler bir anda fakir oldu, nasıl olduysa, iyi uydurmuşlar vesselam, ufak tefek cinayetlerin, çukurun üstüne yok hala, çıkmadı, istanbullu gelin de şöyle böyle, idare eder durumda.

***3 enginar aldım, irilerinden, artık vakti, yapraklarını bıçakla keserek çay için ayırdım, yıkamadan, enginar yaprağı çayı, çayı yapacağım zaman yıkıyorum yaprağını, bir ceviz kadar soyulmuş, ince dilimlenmiş zencefille yapıyorum enginar yaprağı çayını, yine bıçakla yanlarını, altını soydum, üstünü kaşıkla kazıdım, yıkayarak limonlu suya koydum, biraz karardı, varsın olsun, o suyun içinde haşladım, haşladığım suyunu dökmeyip içtim, kendini de elma gibi ısıra ısıra yedim, hepsini birden, çünkü benden başka taliplisi yok, bana göre lezzetli bile, ama böyle bir temizleyici yok, silip süpürüyor ne var ne yoksa, yerseniz ne demek istediğimi anlarsınız, ayıklanmış ta alınabilir tabi, ben çay yapmak için bütün aldım, pek kolay bir iş değil ayıklaması, ayıklanmışlar hiç kararmış olmuyor sırrı neyse, onlar limona değil limon tuzuna koyuyorlar sanırım. Bir gün kurtulacaksak eğer, bu sebze sayesinde olacak. *Enginar yapraklarını yayarak kurutmamış, ağzı açık bir kaba koymuştum, küflenmişler, yine alıp ayıkladım, bu sefer balkonda kurumaya bıraktım, tepsiye yayarak.

***Oğlum söyledi, mc’donalds kahve satmaya başlamış, baktılar çocuğuna coca cola içiren salak kalmadı işi kahveye çevirmişler, bir zehirden bir başka zehire yani, nasıl olsa o da anlaşılacak, zehir olduğu, ama 3-5 yıl da böyle götürürler işi, ne kadar türk öldürürlerse o kadar kar, hem kar hem de kar, çifte kar, bunun için yapmıyorlar mı? En iyi türk ölü türktür sonuçta.

Kahve yararlıdır, günde bir tane türk kahvesi yararlıdır diyenler var ya, tv de, orada, burada, tanıdığım bir dolu insandan duyuyorum bunu, bir dolu insan söylüyor, birilerinden aktarıp, onların dilleri kopsun inşallah, kaç insanın kanına girdikleri belli bile değil, insan değil şeytan onlar, insan yiyen şeytanlar.

***Bugün de yazmamış demeyin, çiziktireyim bari bir şeyler, vicdani sorumluluk gereği yani, ben taktım bu nbş, kahve işine, otur kalk bunlar, hayatın başka bir açmazı yok benim için, bundan daha önemli olan, çok zararını gördüm çünkü, hayatım onların açmazında geçmiş meğerse, bütün dikkatime rağmen üstelik, lafta, yalandan, kendimi kandırıyormuşum, her Allahın günü dondurma, çikolata ye, sonra cola içmiyorum diye böbürlen, salaklığın daniskası, çocuklarıyla çocuk olmak olayını abartmışım, kendim için ve çocuklarım için, hala da görüyorum zararlarını, bitmiş değil zararları benim için, öyle kolay kolay bitecekmiş gibi de gözükmüyor buradan bakınca, sağlık bakanlığı bilim kurulu nbş zararlıdır, kullanılmamalıdır diyor, aynı devletin bir başka birimi nbş kullanımını artıracak bir girişimde bulunuyor, şeker fabrikalarını kapatıyor, üstelik aynı ay içinde oluyor bütün bunlar, 30 günlük süre içinde, aklı alan varsa bana da anlatsın, ben de anlayayım, benim bundan anladığım devlet içinde bir devlet var ve devletten çok daha güçlü, başka bir açıklama bulamıyorum buna, siz bulabiliyor musunuz, yoksa yine mi bir paralel devlet oluştu devlet içinde, yoksa devlet mi asıl paralel?

***Azıcık baktım, şeker geçmişine, yazılanlara, ağzım açık kaldı, 2016’da demişler ki ülkedeki nbş üretimi kotanın 5 kat fazlası, kota mota hikaye yani, nbş’ye boğulmuş durumdayız şu anda bile, kota yüzde 15 olduğuna göre ve nbş üretimi bunun 5 katı olduğuna göre yani asıl, bilinmeyen, görülmeyen kota yüzde 75, biz ölmüşüz de ağlayanımız yok, yine aynı yazıda deniyor ki cargil ortağı olan ülkerin içecek dağıtımını bilal erdoğan yapıyor, biz on beş kere, on beş milyon kere ölmüşüz de ağlayanımız yok, vay anasını, elim ayağım soğudu, erdoğanın geçmişte ülker dağıtıcılığı yaptığını, eniştesinin de ülker dağıtıcılığı ile man adasına para transferleri falan filan derken hepsini birleştirdiğinizde işin bu boyutu giriyor meseleye, iş yani bu, sağlık falan filan değil, teröristlere vermişiz ülkeyi yönetsinler diye, gıda teröristlerine, mesele olan bilalin cebi para görsün, başka bir mesele yok ortada, mesele para meselesi, daha ne olsun.

Babasının başını niye yedirmediğinin nedeni şimdi daha iyi anlaşılıyor, abdülhamit gibi yedirmeyecekmiş babasının başını, geçen hafta öyle dedi, babasının başı yenirse senin de başın gidecek çünkü, göt korkusu, kelle korkusu, hepsi birbirine karışmış durumda, ne kadar yerinde bir benzetme yapmış aslına bakılırsa, abdülhamit ve erdoğan, sonları aynı olur inşallah, Allah mı söyletti ne, geleceği görmüş olmalı, aptala malum olur ne de olsa, bildiğimiz en aptal da o olduğuna göre, sıfırlayım mı babacığım, bunu görmesi, geleceği sezmesi çok normal.

Son yazdığıma bir bakayım, göz atayım dedim, iki paragraf üstteki son cümle dikkatimi çekti, orada kaldım, dondum, yoksa devlet mi asıl pararlel diye yazmışım, cevabı da  bu iki paragrafta yazılı, devlet paralel, paralel devlet, fetöden sonra bilal paraleline takılı kalmışız bu sefer de, ne katmerli bok çukuruna düşmüşüz de haberimiz yok.

***Aynı apartmanda oturanlar farklı sandıklarda oy vereceklermiş, eski köye yeni yeni adetler icat ediliyor akp mafyası tarafından, maksat birbirlerini takip edemesin, denetleyemesinler olmalı, başka ne olacak ki!

Dün de sayın başbakanımız demiş ki nbş kotasını düşüreceğiz, ağzımıza bir parmak bal çalmaya çalışıyor, susalım diye, sıkıyorsa yasakla, o kota var olduğu sürece nbş’nin ne miktarda kullanıldığını asla bilemeyeceğiz, ki yukarıda yazdım, şu an kota yüzde 15 ama kullanım miktarı yüzde 75, ne yapacağız, yapacağımız tek şey kalıyor, elimizi, ağzımızı o ülker, nestle, cola denen şeylerden uzak tutacağız, başka birseçenek bırakmıyorlar bize, toplu olarak terk edeceğiz o ne idüğü belirsiz meretleri, yemeyeceğiz, evlerimize sokmayacağız ve nbş’yi hayatlarımıza soktuklarına sokacaklarına pişman edeceğiz onları ki akılları başlarına gelsin, başkaca yapabileceğimiz bir şey yok, bildiklerini okuyacaklar nasıl olsa, ki biraz olsun hayatlarımız normale, eski haline dönsün, yoksa güpegündüz, göz önünde cinayetler işleniyor, içten öldürüyorlar bizi, mermi ile değil, çocuklarımıza anlatmamız gerek bunları, biz anladığımızda çocuklar da anlayacak, asıl önemli olan bize anlatabilmek bunu, biz bile yeterince anlayamamışken çocuklar nasıl anlasın.

***Bize ekmeği hedef göstererek hedef saptırıyorlar, aklımızı ekmekle karıştırıp şekeri, kahveyi unutturuyorlar, oysa ki asıl suçlu şeker ve kahve, bunu hep yapıyorlar, kendimden örnek vereyim, 6 aydır şeker, mısır şurubu adına hiçbir şey yemedim, yediysem şeker, o da eser miktarda, zaten yememeye o kadar alışmışım ki azıcık yesem gaz yapıyor, istersen ye diyor bünyem, bana kafa tutuyor, kızımın hastalığı ortaya çıktığında da çok gaz olmuştu kızımda, yine o zaman kas kaybettiğini, hiç kası kalmadığını yazmıştım, aynı şey benim için de geçerliymiş meğerse, bu 6 aylık kilo zarfında on kiloya yakın azaldım, nasıl açıklasam, sabah kilosu olarak 4-5 akşam kilosu olarak 10 kilo, çünkü günlük iniş çıkışlar daha fazlaydı o zaman, şöyle söyleyebilirim sanırım, akşam kilosu olarak 84-85 i gördüm o zaman, şimdi akşam kilom en fazla 75, sabah kilom da 77’den 72’ye düştü, daraldım, epeyce toparlandım, bunların hepsi şekerden uzak durmam sayesinde oldu, kasım artınca enerjim arttı, daha çok işler halde olmaya başladım, öküz trene bakar gibi tv’ye bakmak yerine çok daha ayaktayım şimdi, genelde de dışarda, caddeler, sokaklar benim artık, ve tabi ki avm’ler, onlarsız olmaz, o kadar ki yazmak için bile çok oturmak istemiyorum artık, bunda 3 aydır kahve içmeyişimin de etkisi var, kalbim öyle kolay kolay yorulmuyor artık, hayvansal gıdayı da eskisine göre azaltınca, son bir aydır, ki hiç peynir yemiyorum neredeyse, evde peynir bitmez oldu, hep ben bitiriyormuşum meğer, et te çok yemiyorum, kolesterolüm biraz olsun düzene girmiş olmalı, ki 180’di ölçtürdüğümde, en son 72 kiloyu gördüğüm tarih bi beş sene önceydi, zamanı geri çevirdim, kendimi geri alıyorum bir bir azaltarak, benim işler yolunda yani, darısı sizlere, dün 1 yıldır görmediğim arkadaşım bayağı toparlanmış buldu beni, ve bunun için çok çok bir şey yapmadım, yeme düzeneğini değiştirme dışında, spor bile yapmadım doğru dürüst, 2-3 ay önce 2-3 ay boyunca yaptım, ona da spor denirse, denmez bile.

Ülkere, nestleye, algidaya, colaya, fantaya, meyve sularına, nescafeye, kahveye son verdiğinizde bu sonuçlar mümkün, zor mu, asla değil, zor olan asıl onlarla yaşamak, gelgitler içinde, kilo gelgitleri, sinirsel gelgitler, agresiflikler, hepsinin altında o adlarını saydıklarım yatıyor, evinizde huzur, hayatınızda neşeye de yer vermek istiyorsanız o musibetlerden uzak durmalısınız, inanın hiç zor değil, zor olan onlarla yaşamak, bunu aklınıza sokun bir kere, hadi size de kolay gele, onlardan kurtulduğunuz gün bayramınız olsun.

***Emekli olup antalyada yaşayan sivas katliamı, fetullahın serbest bırakılması, uğur mumcu gibi gibi davalara bakan eski hakime evinin önünde ekmek almaya giderken motosiklet çarpmış ve ölmüş, ara ara böyle temizlikler yapıldığını duyuyoruz, unutmayan birileri var geçmişi, intikam peşinde olan, derinlerde bir yerde, keskin sirke küpüne zarar, bugün olmadı yarın, veya takdiri ilahi, her iki şekilde de kabulümüzdür, gebersin köpek.

Dün yine izledim sağlık komplosunu, bu defa oğlumla, bitince oğlum az koy yemeklere eti, hiç yenmeyebilir de aslında, ne olacak ki dedi, ki oğlumun ana besini ettir, ağzına yarayan bir şey bulamazsa, ki ağzına yarayan ettir, hemen en yakın yerden köfte sipariş eder, düşündüm de, büyük şehirler etten kırılıyor, her adım başı et yenen yerler var, yemek piyasası et üstüne kurulu, yani büyük bir et tüketimi söz konusu, belki günlük tonlarca tüketiliyor, nerede yaşıyor, bakılıyor bu hayvanlar, ben hiç bilmiyorum mesela, veya ne şartlarda bakılıyorlar, en ufak bir fikrim yok bu konuda, garip değil mi?

5 kere daha izlesem yeridir, her izleyişimde farklı farklı şeyler ekleniyor gördüklerime, ama en çok gözüme batan hep konuşan doktorların yaşlı, ki yaşlanmak lüks oldu, ki yaşlı ve sağlıklı olmak, yaşlı ve ilaç almadan hayatını devam ettirebilmek beş bin kere lüks oldu, ve kilosuz oluşları oluyor, demek ki doğru yoldalar, demek ki gitmemiz gereken yol o yol, birileri bizi fena halde oynatıyor, tuzağa getiriyor, kolesterol ve sonrasında kalp krizinden ölmüyor muyuz, ölüm şeklimizin geneli bu şekilde, kolesterolün ana kaynağı ne, hayvansal gıdalar, formülü bu kadar basit aslında, iki eşittir iki, çok kafa yormaya bile gerek yok, kalp krizinden ölümler 50 yaş sınırına inmiş durumda, son 3-5 yılda pek çok erkek akrabamı kaybettim, 50 yaşlarında olan ve kalp krizi sebebiyle öldüler, mısır şurubu, kahve, et, diğer hayvansal gıdalar, ne ararsanız var bizde ölmek için sebep olarak.

Mısır şurubu diyince aklıma geldi, şimdi birde yüksek yoğunluklu şeker diye bir şey attılar ortaya, kimyasal madde, çinden geliyormuş, bir kilosu 7 ton şeker pancarı şekerine eşitmiş, bu doğruysa bu bir felaket, zombi gibi bir şey, bir damlasıyla koca bir fabrika döner, ki kullanımı yüzde 12’ymiş, bu sanırım demek oluyor ki yediklerimizin yüzde 12’si bu şekerle tatlandırılıyor, yüzde 75’i de mısır şurubuydu zaten, benim hesabıma göre, geri kalanı yüzde 13, yine başka bir şeyler ortaya çıkmazsa elbette, şimdi bir şey daha aklıma takıldı, bu yüzde 12 toplam üretimin, şekerli gıda üretiminin yüzde 12’si mi yoksa kullanılan şekerin yüzde 12’si mi, eğer kullanılan şekerin yüzde 12’si ise, ki öyle olmalı, eğer öyleyse bu demektir ki yediğimiz her şey ondan yapılıyor, yüzde 99.9’u, bir damlasıyla bile bir fabrika dolusu malzeme tatlandırılır, ben diyorum size, çözüm toptan vaz geçmekte bu tür gıdalardan, ülkeri, nestleyi, ve diğer hepsini raflarda bırakmakta, onları market raflarında çürütmekte, başka çözüm yolumuz yok, belki yanlıştır bu hesap, bilemem, doğru veya yanlış, ama her iki koşulda da çözümü aynı ve belli hiç değilse, her koşulda uzak durmalı bu meretlerden.

***Geçen yılları geri alamam, alamıyorum, ama var gücümle uğraşıyorum o pisliklerin kalıntılarını temizleyebilmek için vücutlarımızdan, o olmadan rahat gün yüzü yok bana, maydanoz, roka, marul, havuç, pazı, ıspanak, kırmızı, yeşil mercimek, kuru fasulye, enginar, enginar yaprağı çayı, bilumum temizlikçi gıda ile başbaşayım gün boyu, savaşa devam, gıda savaşı, sanmayın ki sadece burada esip gürlüyorum, bütün günüm bu minvalde geçiyor, pazı bitmeden ıspanak, ıspanak bitmeden pazı pişiriyorum, yeter ki def olup gitsin vücutlarımızdan o pislikler, o pislikler artık yok vücutlarımızda da, asla yemiyor, içmiyoruz onları, hepimiz, kalıntıları yani, onlar gitsin diye, akşam yine roka yıkadım, masada maydanozlar, ıspanak pişirdim, kırmızı mercimek çorbası var, dünden kalma, ayrıca yeşil mercimek haşladım, salata yapmak niyetine, ama bulgurlu, tel şehriyeli pilav yaptım, salça ve son kalan közleyip, ayıklayıp dondurduğum kırmızı biberler ile, salçam biteli çok oldu, dondurulmuş domatesler de bitti, ama o yeni bitti sayılır, seneye, seneye değil yaza daha çok yapacağım, ama salça yapıp donduracağım, o dayanmıyor fazla, çiğden dondurmayacağım domatesi, o pek başarılı olmuyor, yine kuru fasulye yaptım, hepsi aynı akşam için, dün yani, “nasıl da uğraşıyor benim annem bizim için, biz iyi olalım diye” dedi kızım, o söyleyince fark ettim aslında bunca uğraştığımı, ben doğallığında yaşıyorum hayatı, olması gerektiği gibi, benim dünyalar tatlısı kızım, ne de olsa kadın soyundan, bilir kadir kıymetini, kendi için yapılanı, görür, sezer, hisseder, canım kızım benim, abileri de yer kalkar işte, yesinler de, beklentim yok zaten fazlasında, o kadarı yeter, herkes kendi kıstasları içinde değerlendirilir, birde yalvarırım üstüne, oğlum salatadan da ye, oğlum şunu da ye, ah, ah.

***2,3 gün önceki bir haber, 117 asker yapılan tedavilerinin ardından yeniden afrine gönderilmiş, evlerine postalananlardan bir haber yok, onlar konu dışı, konuşulmasalar da olur, şehitler biliniyor, afrine geri dönenler biliniyor, evlerine dönenler, gazi olanlar bilinmiyor, enkaz yığını, afrin bundan 30 yıl önce, 20 yıl önce, 10 yıl önce niye yapılamadı, bunu sormak lazım bir de, ne beklendi, neyi beklediler, niye beklediler, madem yapılabiliyordu onca uğursuz yıl neden yaşandı, bir soru daha geliyor aklıma, onca pkk eylemi yapıldı şehirlerde, bombalar atıldı, insanlar öldü, böyle bir saldırı yaşanıyor ve o bombalar yok, neden, toptan mı sindiler, hainliklerinden vaz mı geçtiler, yoksa pkk bombası diye bildiklerimiz aslında pkk bombası değiller miydi, derin ellerden mi çıkmıştı o bombalar, ne bileyim, aklıma takılıyor işte.

Sahi, gar katliamını kim yapmıştı, pkk kendini vurmadığına göre, üzerinden zaman geçmiş, unutmuşum, adalet neyse o, bende hak geçmez, kimseye, alinin hakı aliye, velinin hakkı veliye, ışid denmişti, hatırladım, birde 3 dakikalık mesafeye ambulansların bir türlü gidemeyişini hatırladım, vardı o işte de bir bokluk, derin derin eller meselesi.

***Bu bir yankıdır, ekodur, akistir, karşılık vermedir, ses ver ses dendiğinde o sese ses vermektir, sesimi duyan var mı dendiğinde var demektir, bu karşılığa karşılık sestir, sanmayın ki başaran holdingin kızının ve arkadaşlarının ölümüne bu tepkiyi verenler sümeyyenin ölümüne farklı bir tepki göstereceklerdir, nefret nefreti doğurur, ve bu nefreti başlatanlar karşılık verenler değil karşıda olanlardır, o insanları 1500 lira ile yaşamaya mahkum ederek elbette, üstelik bir ev kirasının bin lira olduğu bir ortamda, bu ne demektir, yaşama, öl, açlıktan kırıl demektir, yapana değil yaptırana bakacaksın biraz da, elbette ölenler candır, evlattır, ama yaşayanlar da candır, evlattır, sen onun can, onun evlat olduğunu görmezsen o da seni görmez, görmeyebilir, bunun için de kimsenin kimseyi suçlamaya hakkı olmaz, olmamalı.

Bu nasıl bir moral ve ahlaki çöküş içinde olduğumuzun bir göstergesi, içinde bulunduğumuz durumun, toplumsal barometremiz, haklı nedenleri var veya yok fark etmez, bu bir durum göstergesi, demek ki değişmesi gereken bir şeyler var ve bunlar değişmediği müddetçe bu nefret çığı gittikçe büyüyecek, demek ki başımızda boş konuşan, boşa konuşan biri var, ve kimse tınlamıyor onun ne konuştuğunu, sen boş konuşmaya, boşa konuşmaya devam et diyorlar ona.

Ölüler utanç içinde kalkmamalı, asla, her ne olursa olsun, ki utanılacak bir şey yok bunda, sıradan bir insan bile o tatili yapabiliyor günümüzde, belki biraz daha artısı onun, o kadar, ve onların direkt bir parmağı yok bu işte elbette, bu kaosta, eşitsizlikte, ama bu durum yaşayanlara bir şeyleri anlatmalı, hakça, eşitçe paylaşılmadıkça başlarını öne eğebilecekleri günlerin olabileceğini, utanç içinde kalabileceklerini, kendi ölümlerinin de bu şekilde karşılanabileceğini, bunu görmeliler, o yemenin bir de geğirmesi var, bu yaşayanlara derstir, asla ölenlere değil, zengin olmak ne kadar suç değilse fakir olmak ta suç olmamalı, yarı açlığa mahkum edilmemeli insanlar, açlıkla cezalandırılmamalı insanlar, herkese yetecek kadar nimet varken niye bir kesim açlığa mahkum ediliyor, asıl soru bu, herkes insan, herkes bir can, farklı olan var mı, yok, yoksa bu iş çok daha çığrından çıkar, biri yer biri bakar, kıyamet ondan kopar diye boşa denmemiş.

Fakirler açlıktan ölürken onlar zevkü sefa içinde yaşamıyorlar mı, yaşıyorlar, hemde gönül rahatlığı içinde, bundan hiç utanç duymadan, onlar ölünce fakirlerin sevinci niye hor görülüyor madem, ona başka buna başka muamele mi, eşit bir dünyada eşit olmadan yaşıyorsak bunların sonucuna da katlanacaklar, utançları yüzlerine yansıyacak hiç değilse, o kadar yüzleri varsa elbette, gücü, gücün yolunu ele geçiren öbürünü ezmek, yok etmek zorunda mı, bakın çiftlikbanka, 27 yaşında bebe dünyayı dolandırıp gitmiş, ahlak, insanlık bu mu, yine yapana değil yaptırana bak, alem buysa kral onlar, ve bu ortamda o bir kahraman, hiç değilse kendinin kahramanı, gemisini kurtaran kaptan, bulaşıkçılıktan milyonerliğe geçiş yapmış, ahlaki veya değil, kaç kişi helal olsun, ben de onun yaptığını yapabilseydim keşke diyor içinden kim bilir, insanlar emeklerini satıyorlar ve karşılığını alamıyorlarsa, karşılığında yaşayamıyorlarsa bunun da bir karşılığı olmalı elbette, onlar her gün halimize gülerken biz bir gün gülmüşüz çok mu, çok mu gördünüz?

Kimse öldüler diye sevinmiyor burada, yanlış anlaşılmasın, yaptıkları adaletsizlikleri belki görür insafa gelirler diye seviniyor, dünyanın kimseye kalmadığını anlarlar belki diye seviniyor, ama o göz yok onlarda, ölülerinin üstlerini örter aynen yaşamaya devam ederler, paralarını sayarak, ta ki kendi ölümlerine gülünene dek, güleceğiz ve buna kimsenin bir şey demeye hakkı yok, gitsin önce bize gülenlere desinler diyecek bir şeyleri varsa.

Ne acıdır ki senin ölümün bir başkasının yaşamı anlamına geliyor günümüzde, adam uyuşturucu satıyor, içen ölüyor, satan onun verdiği para ile yaşıyor ve satmaya, öldürmeye devam ediyor, yukardaki konuyla çok bir alakası yok diye yazacaktım ama düşününce var aslında, birileri ölümüne çalışıp karnını bile doyuramazken diğerleri onun üzerinden sefa sürüyor, varmış aslında, yok değil, ne boktan bir dünyada yaşıyoruz, birinin ölüsü diğerinin bayramı olmuş, her şekilde, çivisi çıkmış bir dünya.

Halit Ergenç bir doğa belgeseli sunmuş, orada madencilerle konuşmuştu, madenciler aldıkları maaşlaı söylerken yüzünü önüne eğdi, kendi kazandığı paralar aklından geçmiş olmalı ki yüzünü eğmek gereği hissetti, yüzü ayan etmesin diye ne düşündüğünü, hatta bence utandı o kazandığı paradan, tabi o an için, sonra unutup gitmiştir elbette, ne farkı vardı o madenciden halit ergençin, şansın yüzüne bakmasından başka, seda sayan programında hizmetçi diyen birini uyardı, hizmetçi demeyin, yardımcı diyin, alınıyolar diye, sanki kendisi kontes sindrellanın kızı, hey gidi hey.

Birde reina saldırısında yaşamıştık bu ölüm sessizliğini, gerçi birbirleriyle karşılaştırılamazlar ama sonuçları açısından benzerdi, kimse, hiç kimse çocuğunun bir terör saldırısında öldüğünü duyurmak istememiş, ki haklı olarak, ve kimlikleri açıklanmamıştı, görevliler ve polisler dışında, hatta orada olup kurtulanlar bile çok konuşmadı bu konu hakkında, üstü örtüldü, unutuldu, kimse de açmaya çalışmadı, tam da o sırada hülya avşarın üzüntüden donmuş, kilitlenmiş yüzü hala aklımda, ateş, ateşler çok yakınlarında bir yerlere düşmüş olmalı.

***Bir ay önce, şubat ortalarında birine kötü enerji gönderdiğinizde bunun iyi enerjiye çevrildiğini, kimseye, özellikle kötü enerji göndermek istediğiniz bir kişiye kötü enerji göndermemenizi, bunun ona iyilik size kötülük olacağını, illa gönderecekseniz kendinize iyi enerji göndermenizi yazmıştım, çok mu karmaşık yazdım, değildir herhalde, neyse, size dedim ama bunu ben de uyguladım, kendi yapmadığım, aklımın yatmadığı şeyi size söylemem zaten, dediğim gibi uyguladım ve başarılı da oldum, kötü enerji göndermeyi kestiğim malum kişinin işleri azaldı, işleri şu an kesat yani, eski keyfi yok, şu bir ay içinde, ancak kendime gönderdiğim olumlu enerjilerden bir yanıt alamadım, orası tıkandı, onun işler kötüye gitti ama bende bir kıpırtı yok, her zamanki gibi, evrensel enerji dünyasından uzak kalmış olmalıyım ki, güncel gelişmelerden, sadece telefonlar, bilgisayarlar değil bizlerin de güncellenmesi gerekiyor sık sık, bunun cevabını bugün seda sayandan aldım, izlemiyorum, zaplarken duydum, izlemem onu, olumlu cevap almak istiyorsan olumsuz enerji yollaman gerekiyormuş kendine, yani olay şu, kime yollarsan yolla olumsuz enerji olumlu olarak dönüyor, ister kendine ister bir başkasına, şimdi sloganı değiştireceğim, Alahım paramı bana ver yerine Allahım bana para verme diyeceğim, bakalım neler olacak, yazarım, hı, bir de şu var, olumsuz enerji göndermeyi kestiğiniz kişiye, hani o kişi var ya, ona, olumlu enerji gönderirseniz neler olur acaba, bir denemek lazım, üstünde hakkınız varsa ve hakkınızı gasp ettiğini düşünüyorsanız, ve yıllarca enerjinizle onu beslemişseniz, bilmeden, yani adil bir içsel yargılamadan geçirerek, her önüne gelene değil, hak edene, neden olmasın, benim bunu gönül rahatlığıyla yapacağımdan hiç endişeniz olmasın, yüreğim yağ bağlayarak yaparım hemde, ama önce bana geri dönüşler olmasını bekleyeceğim, ondan sonra, ne olur ne olmaz, kendimi garantiye alayım da önce öyle, çuvallamayalım bide, midyata pirince giderken evdeki bulgurdan olmak ta var işin ucunda, bu bir tür büyü gibi bir şey, ama aynı büyüyü yıllarca olumsuz olarak kendinize de gönderdiğinize göre bunun karşılığını almak ta adil olmalı, büyünün bile bir adabı var, olmalı, sadece hak edene, yoksa başka geri dönüşleri olur belki, bilemem, Allah saklasın, ben Allahtan korkmam ama yeri gelir korkarım, adaletinden, ama biz kadınlardan da korkmalı, tv ler arası örgütleniyoruz erkekler, haberiniz olsun, cadılık genlerimizde var, anneannelerimizden geçen, ve ne yapsanız önümüzü alamazsınz, biz bir yol buluruz kendimize her halükarda.

***Bir yerde gördüm, okudum, gece yatağı ıslatmak şeker hastalığı belirtisiymiş, tv de herhalde, ben yatağı ıslatmıyorum ama kendimi bildim bileli geceleri 1,2 kez tuvalete kalkarım, son günlerde olmuyor bu, sabaha kadar deliksiz uyuyorum, şekerden uzak duruyor olmamla alakalı olmalı bu, başka ne nedeni olacak ki, deliksiz uyku nefis bir şey, akşam yatıp sabah kalkmak, artık her ne oluyorsa vücutta, şeker bol olduğunda yani, gündüz değil gece çalışıyor idrar torbası, şimdi tam tersine döndü, gündüz çalışıp gece durup dinleniyor, bu da iyi, iyi oldu yani. Böyle olduğunda, idrar, boşaltım geceyi beklemediğinde sabah akşam kilo farkı da azalıyor, en aza iniyor. Önceden 2-3 kilo fark ediyordu sabah akşam kilom, şimdi yarım kilo civarında.

Ya da belgeselde dendiği gibi şeker hastalığı şeker sebebiyle değil hayvansal gıdalar sebebiyledir, bilemem, ama şekere çok, ki kimse beni şekerin zararsız olduğuna inandıramaz artık, hayvansal gıdaya da biraz mesafeliyim artık, sıfır değil ama az, çok az, peynir, yenmese de oluyormuş, tereyağı, oldum olası bir yakınlık hissetmemiştim zaten, şimdi sıfır, yani bundan böyle, yumurta, benim için tarih, süt, yoğurt, hiçbirine bir bağlılığım yokmuş meğerse, bir ette takılı kaldım, birazcık, çevre zorluyor, dışarda doymanın yolu sadece etten geçiyor zaten, alışkanlık falan filan, bakalım zaman ne gösterir, onu da unuturum belki, ama onu da az yiyorum eskisine oranla, dün türkiyedeki bütün yemlerin gdo’lu olduğu söylendi haberde, gdo’lu soyaymış yemleri, ithalmiş yemler, bütün hayvansal gıdalardan gdo alıyoruz yani, hiç hoş değil, genetiğiyle oynanmış, değiştirilmiş gıdanın vücudumda işi ne, ha direkt yemişim ha hayvan aracılığıyla yemişim, bir fark var mı, yok, hayvan gdo yiyor, ben hayvanı, hayvandan çıkanı yiyorum, yani gdo yiyorum, niye yiyeyim ki, ya benim de genetiğimi bozarsa ne olacak, başkaca yiyecek mi yok?

Azaltsam bile kar kardır, şimdiye dek diyelim ki yüzde kırkını hayvansal gıdadan yiyorsam yediğim gıdanın bunu yüzde ona, yirmiye düşürsem o bile kar.

Bunun da, yatağı ıslatmanın veya tuvalete uyanmanın bir sebebi var aslında ve bunu tahmin etmek çok zor değil, kasları eriten şeker mesane kaslarını da etkiliyor ve uzun süre tutamıyor idrarı vücut, bu kadar basit açıklaması, uyanabilen, bünyesi yeterince sağlam olan uyanıp tuvalete gidiyor, uyanamayan, uykusu ağır olan ise altını ıslatıyor, bu kadarla kalmıyor şekerin marifetleri, kendini saklamayı, unutturmayı çok iyi beceriyor, insana şeker olduğunu unuturarak yediriyor her şeyi, örtüyor üstünü, beyni susturuyor, nasıl beceriyorsa, habire şekerli şey istiyor bünye, şeker adına ne var ne yoksa silip süpürüyor kişi her şeyi, yeter ki içinde şekere çevirebileceği bir şeyler olsun, böylece şeker şekeri istetiyor ve o döngüden mezarlığa doğru yol alıyor kişi. onu uyaran, ona dikkat eden biri olmazsa yanında eğer, kendi aklına bırakıldığında ölüm kaçınılmaz oluyor, şekerin iki kurtuluş yolu var, biri hareket ikincisi şekerli gıdadan uzak durmak, ben belgeselle aynı düşünmüyorum şeker konusunda, ama bu demek değil ki hayvansal gıda sağlıklı, o da sağlıklı değil, niye gdo yiyeyim ki, bu bile başlı başına yeterli hayvansal gıdadan uzak durmam için. Sağlık komplosundan önce that sugar belgeselini izlemiştim hatırlarsınız, oradaki şeker bilgisini çürütmez bende sağlık komplosu, her ikisi de zararlı, sadece biri değil.

***Bekir Bozdağ kuran kursuna öğrenci bulamayan müftü işinden atılır, eğer bulamıyorlarsa biz akp kollarından buluruz demiş, bir ayıp bir ayıp daha etti iki ayıp, imam hatipler de boş, öğrencisi yok, onların hocalarını da işten atsınlar madem, akp kuran kursuna öğrenci bulmakla mı görevli, bu görevini bilmiyorduk, öğrenmiş olduk, akp nin özel işi sanki kuran kursları, dünya stephan hawkingin ölümünü konuşurken içler acısı durumumuz ortada, yıkanacak beyin peşindeler, fetö gibi, yok aslında birbirlerinden farkları.

***Vitiligo, sam yeli hastalığı, yüzde, boyunda, elde daha çok görülen pembe-beyaz döküntülü bir hastalık çeşidi, geçen gün bir mağazada çalışan bir kız vitiligo olduğunu söyledi, söylemese kesinlikle anlamazdım, 4 yıldır sıkı bir şekilde güneş koruyucu krem kullanıyormuş, yüzünde hiç yok, sıfır, cildi çok güzel, sadece biraz ellerinde var, bana vitiligo artışı varmış gibi geliyor, yanılıyor olabilirim ancak tanıdıklarımda çok arttı sonradan vitiligo olan, güneş koruyucu ile zaptetmenin mümkün olduğunu öğrendim mağazada çalışan kızdan, böyle saklıyor olabilir pek çok insan, yakınım, yakınımda olanları biliyorum, onlarda bayağı bir artış var, gelen geçen insanı bilemem, ibrahim saraçoğlunu dinledim bu konu hakkında, vitiligosu olanların kahve içmemesini önerdi, yine kahve çıktı karşıma, yine ibrahim saraçoğlunu dinlerken kadının biri oğlunun akciğerinde miyom olduğundan bahsetti, hastalıkların çeşidi, cinsi çoğaldı, ben bir rahimde biliyordum miyomu, akciğerde de varmış, duydukça insanın içi kararıyor, kimdi, biri yazmıştı geçen gün, sanırım emin çölaşandı, suriyelilerin 900 kişisi mi, 9000 kişisi mi veremmiş, durum böyle ise hepimiz tehlike altındayız, veremin yayılması an meselesi, biz çocukken verem afişleri vardı okullara, öksürenden uzak durmamız istenirdi, bütün bunlar da unutuldu, bir başlarsa önü alınamaz, kırılırız hepimiz, veremin şakası mı var, neden o afişler tekrardan gündeme getirilmiyorlar, infial yaratmamak için mi, asıl infial o verem yayılırsa olacak.

***Akşamdan beri internette sorun vardı, aramaya üşendim, oğlum eve gelince aradı, düzelttiler, özlediniz mi beni, özlemişsinizdir, bilirim, vallahi benim işime geldi, internet olmayınca bir sürü iş yaptım, gerçi çok kalmamaya dikkat ediyorum internette, bir burası birde en fazla yarım saat facebook artı köşe yazarları, o kadar, başka bir zaman kaybım yok, ki bilfiil çalışmak zorundayım, hep böyle yaşadım, şimdiki gibi, iş güç beni bekler, sabah fırsat bu fırsat çamaşırları katladım, yerleştirdim, ütülenecekleri ütüledim, ki dün de aynı şeyi yapmıştım, bugün yine çıktı ütü, düzeltilmesi, tamir edilmesi gereken giysiler vardı, onlarla ilgilendim, kimini yapışkan şerit ve ütü yardımıyla düzelttim, bir elbisenin kollarını kestim, abuk sabuk bir kol yapmışlar, şu omzu açıklardan, alırken kesmek niyetiyle aldım zaten, öylece giymem, kısa kollu oldu elbise, onun kestiğim yerlerini yine yapıştırıcı şeritle düzelttim, çok pratik o şeritler, şu paçalarda kullanılıyordu hani önceleri, hala kullanılıyordur belki. bas ütüyü gitsin, dikişe falan gerek yok, boğazlı kazağın boğazını kesmiştim rahatsız ediyor diye, ama öyle de giyemedim, duruyordu bir köşede, onu da tamir ettim yapışkanlı şeritle, oğlum tişörtünü yırtmış, penye, yırtığa alttan yapıştırdım, kağıdını kaldırıp orası kadar bir penye koyup tekrar ütüyle bastım. yırtık falan kalmadı, yeni tişört, yeni almıştım, iki ay önce, niye atayım, veya niye yırtık giyilsin, kaza işte, yırtılmış, bir çaresine bakmak lazım, kim bakacak, ben, mutfağı, topla, yerleştir derken evde iş mi yok, yap, dön yine yap, bitti mi, bitmez, her zaman, her zaman kaldığı yerden devam.

Burası günlük sayfası, ben de günlük şeyler anlatayım biraz, biraz boş şeyler ama olsun, hayatta boş şeyler de var nasıl olsa, dün bir kişisel bakım dükkanındaydım, bir de satıcı kız var, başka kimse yok, bir kadın ve bir genç kız geldi, ruj bakıyorlar, kadın gelir gelmez hop diye kendini yüksek sandalyeye attı, güldüm, hali komik geldi, güldüğümü görüp ayaklarımda ödem var diyince kahve içiyor musunuz diye sordum, bende de vardı çünkü ödem, ayaklarımda, ve direkt kahveyi çağrıştırdı bana kadının hali, ben de atıveriyordum kendimi yumuşak gördüğüm her yere, ama şimdi öyle değil, çakı gibiyim maşallah, pek değil dedi, ne kadar dedim, günde bir tane, bir fincan dedi, bahsettim, ooo, millet koca bardaklarla içiyor, günde 3-4 bardak, benimki ne ki, ama çok yararlı diyorlar kahve için, dedi, yalan söylüyorlar, hepsi yalan söylüyor dedim, bana inandı mı bilemiyorum, osman müftüoğluna karşı ben, gel de savaş, gel de inan, osman müftüoğlu fincan yerine bardak ölçüsü verdi ya, millet bardakta içmeye başlamış olmalı türk kahvesini, kadın bardak bardak dediğine göre, 60 yaşında kadın her gün kahve içiyor, belkide zoraki, sorf osman müftüoğlu yararlı dedi diye, çabuk yoruluyor, kalbi zorluyor, ayakları şişiyor, millette kafa bırakmadılar anlayacak, ben ne edeyim, nerelere gideyim, şimdi bu vesile ile buradan osman müftüoğluna bütün iyi enerjilerimi yolluyorum, Allah iyiliğini versin osman müftüoğlu, Allah yüzünü güldürsün, tuttuğun altın olsun, siz de gönderin ki daha çok olsun, keyfini sürsün, ne güzelmiş böyle göndermesi, kötü laf yok, yumuşak yumuşak, deve dikeni, zalimin zulmü varsa bizim de iyi enerjilerimiz var.

Yıllarca dilenciler bize hep iyi enerjilerini gönderdiler, Allah ne muradın varsa versin, Allah sevdiklerini sana bağışlasın, ondan abad olamadık demek ki! Hep te amin demiştim içimden, vay anasını, ne bileyim, bundan sonra başına versin diyeceğim.

***nbş kotası şimdiye kadar hep yüzde 15’ti, son bir hafta, on gündür yüzde on diye söylenmeye başladı, bütün kanallarda yüzde 15 diyorlardı, şimdi birden yüzde on oldu, ne zaman oldu, nasıl oldu anlayamadık, küt diye, kim düşürdü bilemedik, hiç mi biri fark etmedi o parlak sunucularımızın, medya patronlarının, kafalarının durmuş olduğunu daha geçen gün söylemiştim gerçi, bu durumda normal, emir büyük yerden demek ki, en büyük yer de, metrekare cinsinden yani, başka bir büyüklüğü yok, itibarca büyük olan çankaya köşküydü, oraya da sığamadı malum, ya bol geldi ya da dar, orasını kendi biliyor, saray olduğuna göre oradan gelmiş olmalı emir, gelen tepkileri azaltmak, yumuşatmak için yapılmış olmalı, yoksa 2013’te binbir vaveyla, velvele ile yüzde 15’e çıkarılan nbş kotası biz bilmeden düşürülmüş olabilir mi, hikaye, yoksa durduk yere eniştem beni niye öptü, şimdi de diyorlar ki nbş kotası yüzde ondan yüzde beşe düşürüldü, lafta düşürmek kolay nasıl olsa, uygulamada ne yapıldığını biliyor muyuz, yüzde 15’in beş katı nbş üretimi yapıldığını pekala biliyoruz, peki ya şu C grubu olan yüksek yoğunluklu şeker meselesi ne olacak, nbş yi indiriyoruz diyerek yoksa onu mu kakalayacaklar bize, zombi şekerini, bunlara güven olmaz, bunlar anamızı babamıza satar da haberimiz olmaz, böyle bir mahluklar, yemeyin içmeyin, yemeyin içmeyin, yemeyin içmeyin, başka çaresi yok, nasıl beni etkileyemiyorsa sizi de etkileyemesin bu mesle, çözümü basit, yememek, içmemek, ne zaman düğün eğlence bir yere gitsem almıyorum verilen içeceği, defalarce soruyor ve garipsiyorlar, bunu yapabildiğiniz gün sizi de etkileyemeyecek neler olduğu, ne haltlar karıştırdıkları.

*Arka planda neler dönüyor biliyor muyuz, bunca nbş yaygarasından sonra satışlar etkilenmiş olabilir, nbş li mallar raflarda çakılı kalmış olabilir ve buna önlem olarak lafta yüzde ona, sonra da beşe indirmişlerdir, tansiyonu düşürmek için, ama bu tansiyon bundan böyle biraz zor düşer, tv ler, fox, kanal d yavaşlamış gibi görünüyorlar bu konuda, bakacağız devamına.

***Facebookta bir video var, şifabul’unmuş video, pirinç suyunun saça ve cilde iyi geldiğini cilt tonunu düzenleyip lekeleri azalttığını söylüyor, pirinci yıkayıp bol suyla haşlayıp kullanın diyor, bire üç ölçü, haşlanıp suyu ayrı lapası ayrı kullanılabilir, lapası maske olarak, suyu saç için, son durulama suyuna, sonra durulanır, kalanı dondurucuya da konabilir, doğal kozmetikçilerde de cilt lekeleri, güneş lekeleri için pirinç serisi satılıyor, toniği, kremi vs, demek ki bir bit yeniği var pirinçte, japon kadınlarının gür saçları ve beyaz yüzleri pirinçle oluyor olmalı, cilt toparlayıcı, sıkılaştırıcı olarak ta zencefil kullanılıyor, bir zencefili ikiye bölüp yüze sürmek zor bir iş değil sonuçta, veya çaya koyacağınız zencefilin kabuklarını kalınca soymak, gül de nemlendirme amaçlı satılıyor, mevsiminde gül rondodan geçirilip kullanılabilir, veya dondurulabilir, maça çayı da temizleme, arındırma için kullanılıyor, ki aktarlarda çok daha ucuza var, içine biraz susam yağı konulabilir hepsinin, yüzlerce lira vermek şart değil, gerçi ben verdim hepsine ama bari siz vermeyin, sizi kurtarayım dedim hiç değilse, kendimi ateşe atarak, bittiklerinde ben de bu şekilde doğal olanlarını kulanacağım, o para vermenin sonu yok yoksa, hem doğalı katkısız, ne gereği var, lüzum eden şeye vermeli para, önüne gelene değil, bir avuç pirince cam kaba koymuşlar diye 100 lira verdiysem ayıp bana, çok utanırım bundan, ki öyle sanırım, sivilceler için de kömür satılıyor, kömür maskesi, bambu kömürüymüş içeriği, bunun için de odun kömürü kulanılabilir mi acaba, bu biraz karışık bir mesele, deneyecek kadar yürekli olmak lazım.

*Pirinç unu ıslak yüze sürülüp peeling olarak kulanılabilir mi mesela, banyoda, maske olarak ta pirinç unu uygun, az yağ ve suyla karıştır, sür, veya tonik olarak, bol suyla karıştır, sür, toniği 80 lira, maskesi 120 lira, bir avuç peeling de o civarda, 80 falan, bir avuç olsa yine iyi, bir kaşık, olsun iki kaşık,  veya, ki güneş koruycular da çok pahalı, pirinç unu ve susam yağı, yani tahinin üstündeki yağ anlık karıştırılıp güneş koruyucu elde edilebilir mi, biraz kafa yormak lazım bu işlere, ve uygulamak, 30 ml güneş koruyucu 60-70 lira, devamlı, her gün kullansan bir ayda biter, yeme içme kremlere bas parayı, bu o demek, sanki herkesin maaşı 30 bin liraymış gibi fiyatlar, kime satıyorlarsa.

***Bir kişiden daha duydum, türk kahvesi artık bardakla içiliyormuş, gözümüz aydın, iyi dileklerimizi yine osman müftüoğluna olsun, çok yaşa sen osman müftüoğlu, ellin, dilin dert görmesin, bunca insanı ölüme yolluyorsun ya, diri diri, çok yaşa inşallah.

Bunu söyleyen kadın, ki hemşireymiş, kahve içtiğinde baş ağrısının geçtiğini söyledi, kahveye bağımlı olduğununun, o yüzden kahve içtiğinde başının ağrısının geçtiğinin farkında bile değil, sigarayı içmediğinde, bırakmaya çalıştığında öksürmeye başladığın gibi bir tepki bu, veya bir alkoliğin içki bulamadığında ellerinin titremesi gibi, vücudun bağımlılığa verdiği bir tepki, sigarayı bulduğunda öksürük kesiliyor, içkiyi bulduğunda ellerinin titremesi geçiyor, kahveyi bulduğunda da başının ağrısı geçiyor, bu kadar basit bu denklem, anlatmaya çalıştım ama o kulaklarını tıkamayı tercih etti, üç beş gün sonra yine göreceğim, o zaman yine deneyeceğim şansımı, belki anlar bu defa.

Dün yine izledik kızımla that sugarı, daha doğrusu kızım açmış, izliyordu, ben de onunla izledim, şu an ve bundan sonrasında bizim evde herkes bu konuyla ilgili, mecburiyetler gereği, sadece ben değil yani, biz bu yola baş koyduk, hep beraber, nasıl bizim burnumuzdan geldiyse o yediklerimiz karşılığında da birilerinin burnundan gelmeli, birilerine ucu dokunmalı, dokunacak, öyle veya böyle, az veya çok, dokunsun da, önemli olan o, ki dokunmuştur mutlaka, sadece burada değil her yerde muhalifim bu meretlere, bu defa izlediğimden aborjinlerin kırk yaş altı ölümleri, mezarlıkları kaldı aklımda, beyaz adamın oraya, avusturalyaya gidişinden sonra tabi, böbrek yetmezliğinden ölmüşler hepsi, çok üzücü, bizim halimiz de çok üzücü, hiç iç açıcı değil, bir farkımız yok o aborjinlerden, böbrek vakfı başkanı sık sık konuşuyor zaten nbş haberlerinde, demek ki gerçekten ilintili, nbş, şeker ve böbrek hastalıkları.

***akp den bir yiğit çıkmış, bir doğrucu davut, bir deli dumrul, şeker fabrikalarının satışına karşı durmuş, akp çorum milletvekili, çorumlu hemşerilerinin baskısına daha fazla dayanamamış olmalı, sonuçta milletin ekmek kapısı, arkası gelir inşallah. Ama biz toptan karşıyız şekere, nbş veya şeker, sonuçta hepsi şeker, hepsi kısıtlı olmalı hayatımızda, dün akşam dışarda yemek yedim, üstüne de bir çay içtim, tavşan kanı, gece de üçe dörde kadar uyuyamadım tabi, değil kahve çay bile beni uykusuz bırakmaya yetiyor, şeker koydum ama saya saya, o kadar uzağım artık şekerden, günde bir veya iki kere meyve, başka bir ilişkim yok şekerle, çünkü bir elma bile 4 kesme şekere eşitmiş, 4 kesme şeker değerindeymiş, that sugarda adam günlük 40 şekerle deney yaptı kendine, yani meyve bile ne kadar az o kadar iyi, ve bu bana çok iyi geldi, ben de zıvanadan çıkmışım meğerse şeker konusunda da haberim yokmuş, çocuklarımın hastalıkları bana da uyarıcı oldu, yoksa anlayacağım yoktu, küt der giderdim bir yerde, anlamaz, aptal yapıyor adamı şeker, kontrolü ele geçiriyor, sen seyirci kalıyorsun kendine, bir başıbozuk gibi dalıyor vücudun şeker çukuruna.

***Dün okul çıkışı alacaatlı caddesindeki ünaldan biraz kuruyemiş aldım, alabiliyorsan al halinde artık kuruyemiş, önce bir selama durup öyle almak gerekiyor, çok pahalı, şundan 200 bundan 100 gram şeklinde, ona rağmen 80 lira tutmuş, iç fındığın kilosu olmuş 80 lira, al alabilirsen, insanın alırken iştahı kaçıyor zaten, gel de ye, 300 gram aldım, en pahalı olan badem, datça bademi, kilosu 120 lira, ondan da 100 gram aldım, 100 gramı bile 12 lira, kızım arabaya binince yemeye başladı, bundan on tane yesen öldürürmüş dedi, ne dediğini tam anlamadım o anda, değildir kızım dedim, 5-6 tane yedim, yani yemedim, ağzıma attım ve geri çıkarttım, çünkü hepsi acıbadem, kızımı dershanesine bıraktım, yakında bir yere, geri döndüm ve iade ettim, badem niyetine acı badem mi satıyorsunuz diye sordum, içinden birkaç tane çıkabilirmiş, öyle dedi, keşke birkaç tane de tatlı badem çıksaydı ağzımız tatlanırdı biraz, kızım arabada yememiş olsa eve getirirdik ve başımıza kalırdı, kilosu 120 liraya acı badem satıyorlar, hiç utanmadan, çayyolunda, ünalda, ne ahlak kalmış ne utanma.

***Bundan bir yıl önce glutenden uzak durduğumu yazmışım, mart ayında, kızımın tiroitinin ortaya çıkışı mayıs, haziran ayları, demek ki benim doğallığımda var doğala düşkünlük, ayrıntıcılık, sonuçta benim de kilo sorunum vardı, ki hala var, bitmiş değil, ama iyi yönde ilerleme var, 6 ayda 4 kilo verdim, kış aylarında, inşallah gerisi de gelecek, ne yaptım, dondurma, çikolata yemedim, o kadar, glutenle, yani ekmekle bir ilgisi yokmuş kilonun, onu fark ettim, yalan dolanla bir o yana bir bu yana sürükleniyoruz, sürüklüyorlar insanları, doğala, doğalığa yatkınlığım hususuyla sigaraya da karşıtım, her zaman karşıt oldum, kendimi bildim bileli, o zamanlar karşıt olmak için bir nedenim bile yoktu üstelik, ama şimdi var, oğlum da sigara içiyor ve şimdi iki kere karşıtım eskisinden, ama bir şey yapmak gelmiyor elimden, üstelik o da bırakmak istiyor ama bırakamıyor, dün kitapçıda vakit geçirdim biraz, bağımlılıklar üzerine kitaplar yazılmış, bir sürü, her türlü bağımlıklık, ve en çok ta internet bağımlılığı, talep neyse arz da o, birbirini karşılıyor, eski siyasetçilerden bülent akarcalı sigara karşıtı bir kitap yazmış, almayı düşündüm, kasaya kadar götürdüm, geri bıraktım, ama o kalın kitabı okumayı gözüm yemedi, bir sigara savaşçısıymış bülent akarcalı, eskiden beri, kitabı biraz karıştırdım, güzel bir kitap, hepimiz savaş vermeliyiz bu konuda, sağlığımız için, geleceğimiz için, gelecek nesiller için.

Yine kitapları karıştırırken bir bilgi aldım, gülü dondurmaktan bahsetmiştim ya, gül yağının nasıl yapılacağı yazıyordu, gül yapraklarını sığacağı kadar bir cam kavanoza sıkıca yerleştiriyor, üstüne çıkacak kadar zeytinyağı koyuyor ve üstüne taş koyuyorsunuz, kalkmaması, gül yapraklarının yağın üstüne çıkmaması için, 20 gün güneşi görecek bir yerde bekletiyorsunuz, yerinden oynatmadan, 20 günün sonunda elekten geçirip gülü ve yağı ayırıyor, yağı tekrar bir hafta bekletiyor, dibe çöken suyunu asla karıştırmadan yine yağını ayırıyor, sulu kısmı hemen, yakın zamanda kullanıyor, yağlı kısmı dolapta muhafaza ediyormuşsunuz, ufak krem kaplarında bittikçe dolaptan alarak, gül cildi nemlendirmeye ve yatıştırmaya yarıyor, of, çok uzun oldu, iki gündür yazmayınca erken sıkıldım, bu ara pek bir gezesim var, şehir içi, şehir dışı, bahar geldi, durduramıyorum kendimi, evde bile durduğum yok doğru dürüst, hayat bana güzel, çok uğrayamayabilirim, by.

***Hayat trafikte olmak gibi bir şey, kimi kornaya basıyor, kimi selektör atıyor, kimi yandan sıkıştırıyor, kimi yandan sıkıştıran yüzünden sıkıştırdığınzda önünüze geçip inadına sizi yavaşlatmaya çalışıyor, kendince intikam alıyor, kimi görmeden geçiyor, ama bir saniye sonra bile hepsi unutulup geçip gidiyor, siz önünüze bakmayı ve buna sıkı sıkıya tutunmayı bildiğiniz sürece, kimseye de sürtmediyseniz eğer, yolunuza devam edip gidiyorsuz, ha sürtseniz ne olur, belki biraz duraksatır bu sizi, durdurur mu, durdurmaz, o yol yine sizi bekler köşe başında, yeter ki sen rotanı unutma, yola devam.

*** Ayıkla ayıkla bitiremediler fetöyü, asker ayağını, sivil ayağı ne olacak, hala üniversitelerimizde okuyorlar, öğrenciler, zorla, iteleye iteleye okumaya çalışıyorlar, hakkıyla kazanmadıkları için zorlanıyorlar okumakta, ama ne yapıp edip bitirip ele güne karışacaklar, akp nin desteğiyle ful doğru çekerek kazanmışlardı üniversiteleri, en iyi bölümlerini, üniversite giriş sorularının çalınmasına göz yummuş, bize de göz yumdurmuştu akp, sesimiz bile çıkmamıştı, şimdi neden bir bir ayıklamıyor o bedavadan üniversitelerin en iyi bölümlerinde okuyanlar, veya mezun olanları, koynumuzda yılan beslemişiz, o yılan da kendi koynunda yavrularını beslemiş doğal olarak, şimdi de fetö de fetö, beslerken neredeydi aklınız, yılanlar, hepsi birden yılan.

***Geziyorum tabi de, gözüm, kulağım kapalı gezmiyorum, arada eve de uğruyorum, nasrettin hocanın karısına döndüm, o gün kitapçıda küçük kızıyla vakit geçiren genç bir kadın vardı, baktım çorapları ayak bileklerini fena halde sıkmış, ayak bilekleri şiş şiş, söyledim, topuklu ayakkabımı yeni çıkardım, ondandır dedi, akşamdı, iş çıkışı gelmiş olmalı ama topuklu ayakkabı değildir o şişliğin nedeni, sadece topuklu ayakkabı öyle şişirmez ayağı, kahve içip içmediğini sordum, günde iki üç tane dedi, o iki üç dediyse siz anlayın ki beş altıdır o sayı, hani buradan osman müftüoğluna saydırıyorum ya, gerçek hayatta hiçbir doğru hiçbir yanlışı götürmüyor, osman müftüoğlunun bize b12 yi, rezveratrolü öğretmesi, öğretmiş olması bizi kahveden öldürme hakkı vermiyor ona, saydırmaya devam, tarih onu affetmeyecek, kaç kişinin kanına girdiği hiç belli değil.

Bir güzellik merkezinde gördüm, afiş, kırışık kadın boynu fotosu koymuşlar, nem iğnesi mi ne yapıyorlarmış, önce kahveyle itina ile ciltler kurutulur, ardından çeşit çeşit çareler sunulur.

Benimle birlikte yine benim gibi aynı masada beleşe kitap okuyan bir kadın vardı, enine boyuna bir kadın, 45 yaşındaymış, baktım kilo üstüne bir şeyler okuyor, ona da laf attım, konuştuk biraz, sitenin adresini verdim, belki okumuştur, bilemem, okuyucu kitlemi arttırıyorum orada burada, çokta boşa gezmeyeyim bari, bir işe yarasın, baktım başka türlü neon ışıklarına kavuşamayacağım ben de halka inmeye karar verdim, birebir tanıtım, yoksa benim yerim orası, neon ışıkları tabi ki, aşağısı kurtarmaz.

O kadın kahve içiyorum ama sevmiyorum aslında, arkadaşlarla içtiğimiz için içiyorum dedi, hangimiz seviyoruz ki gerçek anlamda kahveyi, beter bir tat, beynimize yer etmiş işte, başka bir bahanesi yok.

Dedim ya, şehir içi, şehir dışı geziyorum diye, minibüsteyiz, bir iki saatlik yol, arkamda sesli sesli konuşuyorlar, kadın fi, çi, pi’yi almış, fi’yi bile tam bitirememiş, bilseydim hepsini birden almazdım, çok kötü dedi, pornografi içeriyormuş, dediğine göre, ben okumadım, bilmiyorum, o tabiri kullandı, ben uydurmadım, yine dediklerine göre dizisi kitabından da kötüymüş, yine bilemem, ama fikrimi daha önce beyan etmiştim fi çi pi konusundaki, tekrarlayayım, her sayrılamak isteyenin sayrılıklarını okumak zorunda mıyım dı fikrim, hala öyle, adı bile yok, nedir fi çi pi, saçmalık, benim sayrılıklarımı da kimsenin okuma zorunluluğu yok zaten, kadının biri bu kış üç kez peşpeşe domuz gribi olmuş, devamlı yeşillik yıkayıp yiyormuş, kaşar peyniri yemiyor beyaz peynir yiyormuş, yurdum peyniri diyor beyaz peynir için, tavuk yemiyormuş, herkes bir arayışlar, çıkış noktası peşinde, ben de bu kış iki kez grip oldum ama ne gribi olduğu hakkında bir fikrim yok, doktora gitmediğim için, ben de onlardan biriyim, çıkış noktası arayanlardan, başka bir özelliğim de yok aslına bakılırsa.

Bir lokantada durduk, yol üstü lokantası, millet doğal olarak iktisat yapmanın yolunu bulmuş, altmışlı yaşlarda kadın, yiyemedim dedi, gerçi ben de yememiştim, yemedim, o işin şakası, soner yalçının saklı seçilmişlerini okudunuz mu, ben artık bir şey yemiyorum falan filan dedi, eczacıymış kadın birde, insan bildiği bir bilgiyi, ki topluma aitse o bilgi, herkese ulaşması gerekliyse, bu bilgiyi belli bir zümreyle mi paylaşır yoksa toplumun geneliyle mi, aleni seçilmişler, yani parası olanlarla paylaşmış demek ki soner yalçın bildiği bilgiyi, ne ayıp, toplumun geneline ulaşabilecek yolu varken belli bir kesime hizmet etmek bence çok ayıp bir şey, tabi burada da mesele olan ne, para, para, para, ahlaksızlık, başka bir şey değil, para insanların sağlıklarından daha mı önemli, yaz, başka konuda yaz, ama bu konu bambaşka bir konu ve belli bir zümrede kalmaması gereken bir bilgi o bilgi, o da benim gibi nasrettin hocacı anlaşılan, parayı verene düdüğü çaldırıyor, birde çıkıp hep beraber mücadele edeceğiz safsataları yolluyor insanlara, senin neyin mücadelesini ettiğin belli, para, böylesine sosyalist değil kapitalist deniyor hem., o kendini nasıl niteliyor acaba? Bir senin kör boğazın milyonlarca insanın hayatından daha mı önemli? Trafikte kimseye yol vermem, belediye otobüsleri hariç, çünkü o çok daha fazla insan taşıyor diye, hepsinin canı bir benim canımdan daha kıymetli diye, sana bir şey anlatıyor mu bu davranışım.a

***Merkür gerilemesi sizi de etkiliyor mu benim gibi, 23’ünde başladı, o lokantanın tuvaletinde, düz tuvalet, cüzdanımı, araba anahtarımı, telefonumu, banka kartımı tuvalete düşürdüm, banka kartım gitti, diğerlerini kurtardım, hepsini nasıl kaptığımı bilemedim, can havliyle, çok kötüydü, sen bir yere koyama kirlidir diye, orana burana tıkıştır, onlar da tutsun tuvalete düşsün, tuvaletin deliğinden topla, neye uğradığımı şaşırdım bir anda, şoka uğradım, pat pat pat hepsi düşüverdi üzerimden, bir toplayışım var onları can havliyle kirliymiş temizmiş kimin umuru, bütün hayatım orada, bu ara bayağı bir dikkatli olmak gerek demek ki, boşuna demiyorlar merkür geriliyor, merkür geriliyor diye, merkürün şakası yok anlaşılan, normalden çok daha dikkatli olmak gerek, trafik te öyle, bir karmaşa, bir dikkatsizlik, önüne önüne sürüyor millet bu ara, dikkat etmesen çarpışan otolara dönecek yollar.

Geçenlerde kazakları yıkadım makinede, makinenin başına tabureyi çekip oturdum, sıkmasına fırsat vermedim, yıkattım boşalttım, duruladım boşalttım, birkaç kez, hiç zarar görmemiş kazaklar, aklınızda bulunsun, çok kazak eskittim bu yüzden, hiç değilse şimdiden sonrasını kurtaralım.

***Çiftlikbankın reklamlarında oynayan, medya yüzü olan kişi, ki açılışlarda çiftlikbankın sahibiyle yanyana fotoları var, ve o açılışlarda çiftlikbank lehine konuşmalar yapmış, kendinin yıpratıldığını söylemiş, haksız bir yıpratılma olduğunu söyleyebilir mi, sanırım söyleyemez, demek ki her para diye gördüğüne balıklama atlamamak gerekiyor, buradan bunu anlıyoruz, ki ben de hakkında aynı görüşteyim, armut ağacından mı düştün de o suya balıklama atladın, hiç mi dünya, düzen görmedin, sorulacak çok şey var, tek gözlükle baktığında dünyaya, ki bu para gözlüğü, başına çok şeyler gelmesi olası, şimdi dön dönebilirsen geri, o aldığın paralar elinde patladı, onun bunun parası, adam parayla kaçtı, sen burada dizlerini döv şimdi, diriliş dizisinde de oynuyormuş o kişi, o açılışlarda atılan, söylenen tekbirleri de mi duymamış, sen tabelayı asarsan boynuna satılık artiz diye arkandan teneke çalan da bulunur, doğal olarak, iyi olmuş, satılanlara, satılacaklara ibret olsun bir bir.

***Geziyorum, çocuklarım yanımda olmadan belkide ilk kez yani, en büyük çocuğum 24 yaşında olduğuna göre epey bir zaman olmuş kendi başıma gezmeyeli, öyle kursları falan sevmem, o kursu, bu kursu, hiç gitmedim, gidenler çok ama, ben günübirlik yürüyüşlere gidiyorum, yeni başladım, yürüyüş gruplarıyla, biraz yorucu, ilk gidişimde on, ki sonuna doğru pes ettim, ikinci gidişimde 14 km yürüdüm, yürüdük, ama dağ bayır, patikalar, ki bazı yerlerde aşağısı uçurum, tek sıra gidebiliyorsunz patikada, korkunç yani, iniş ve çıkışımız 45 derece eğimli olabiliyor çoğu yerde, çıkmak hadi zor, nefes nefese, inmek bir başka zor, fren, fren, fren, azıcık yorucu  ama zevkli, ve aslında tehlikeli de. yürüyüşün ardındaki üç gün bacaklarım tutmuyor, alışır diyorlar, alışır elbet, geçen hafta leylekler gördük, bir dolu, leyleği havada gördüm yani, hem havada hem karada, gittğimiz yerlerde manzaralar çok güzel, ankaranın ilçeleri, yakın bölgeleri, elli kişi falan oluyoruz toplamda, bir yürüyüşte, hiç kimseyi tanımıyorum yürüyüşçülerden, genelde kendi başıma takılıyorum, ıslık çalıp türkü çığırıyorum, güzel oluyor, eğleniyorum, şimdilik memnunum, bacaklarım veya vücudum çok bir arıza vermezse devam edeceğim, azıcık veriyorlar da onu tınlamıyorum pek, her ne kadar grupta hep en sona kalan kişi ben olsam da direneceğim, ya onlar ya ben pes edene dek, belli mi olur, belki onlar benden önce pes ederler, seni arkalardan toplamaktan bıktık diyerek, doğayı, doğada olmayı seviyorum, ama mangal yapmak için değil.

Dün de iki arkadaşla hızlı trenle eskişehire gittik, sabah gidip akşam döndük, gardan odunpazarına yürüdük, yirmi dakika kadar, buradaki hamamönü gibi, otantik evler var, birde lüzumsuz müzeler, hiçbiri ilgimi çekmez, daktilo müzesi, cam müzesi, balmumu müzesi, o müzesi, bu müzesi, adı müze olan kendi müze olmayan müzeler, maksat millet taban tepsin, bilsem gitmezdim odunpazarına, hani dolaşmaya neyse de müzeleri geç, bana göre yani, isteyen gezebilir tabi, ki daha hamamönüne gitmedim ben, tren garı merkeze, çarşıya çok yakın, yürüyerek 5 dakika, en önce oraya gitmek lazım, yani porsuk çayına, gondollar da orada, oradan tramvay geçiyor ve şehrin çoğu yerine gidiyor, ama tramvaylar biraz sıkış tıkış, insanlar tramvayın geneline yayılmayı akıl edecek kadar medenileşmemişler henüz, ortalar boş, kapı önleri tıkış tıkış tramvayda, iyi bir sıkıştık yani, şehir güzel, her yerde heykeller var, insan heykelleri, şehri boydanboya porsuk çayı bölüyor, sehir merkezi porsuk çayının etrafında, çok canlı bir şehir, ve modern, merkezde bir cadde, hamamyolu caddesi, tümüyle trafiğe kapalı, yol boyu yayaya uygun yapılmış, o kadar ki yola üst geçit yapılmış ve merdivenle değil eğimli bir yolla çıkıyorsunuz köprüye, trafik yoğun olmadığı için yaya yolu yapma özgürlükleri var, ankara için bu çok lüks kaçar mesela, trafik dolayısıyla, belediye porsuk çayının şehre giriş ve çıkış yerlerine çok büyük parklar yapmış, şehrin bir tarafında sazova parkı, diğer tarafında kentpark var, biz kentparka gittik sazovaya gitmedik, şu deniz yaptık dedikleri yer kentpark, sahili ve yüzme havuzları var, çok büyük bir park, ve güzel bir park, yalnız jet uçaklarına yakın, çok ses oluyor parkta, uçak sesi, hava da çok güzeldi, güneş vardı, güzel gezdik, yine bir 8-10 km yürümüşüzdür, ama düzlükte, dağ, bayır değil, çi börek yedik ama başka yerel bir yemek bulamadık, normal şeyler yedik, ankarada da bulabildiğimiz türden şeyler, arasak belki bulurduk ama gezmekten arayacak hal kalmadı, haşhaşlı ekmeği meşhurmuş birde, dönerken aldık, gittiğimize değdi bence, geçen sene de konyaya gitmiştim bu vakitler, oranın da kendine has güzelikleri var, mevlana gibi, ikisine de gidilebilir, ama eskişehir konyadan daha yakın, burada etimesut-eryaman garından bindim, evime daha yakın olması dolayısıyla, bir saat on beş dakika sonra eskişehirdeydik, şehir içinde gezer gibi gittik yani.

***Çok eskiden bir dizi vardı, bir japon dizisi, o diziden aklımda şu kalmış, adını bile hatırlamıyorum oysa, vakarimasuka, ne demek onu da bilmiyorum, japonlarla olan yakınlığım bundan ibaret, ibaretti demeliyim çünkü son bir yıldır çok daha yakınlaştım, yani bir japonla, adı haşimato, kızımın tiroit hastalığına adını veren kişi, bir doktor, hala yaşıyor mudur bilmiyorum ama ondan bir istirhamım olacak, başlıyorum, sayın bay haşimato, haşimato hastalığının nedeni sinir bozukluğudur demişsiniz, ben buna katılmıyorum, nedenlerini açıklayayım, haşimatoda fazla şeker yemenin, hatta az miktarlarda yemenin hastalığın belirtilerini, bulgularnı  arttırdığını biliyoruz, hasta ne kadar şeker yerse el titremeleri ve diğer belirtiler artıyor, ki şekere saldırıyor, canı deliler gibi şeker istiyor, bir şeker hastasında ise şekerin, fazla yenen şekerin, o kişinin asabiyetini arttırdığını, sinirsel dengesini bozduğunu biliyoruz, yani şekerin insan üzerinde sinir bozucu bir etkisi olduğu bilinir iken haşimato hastalığının nedeni fazla şeker değildir de sinir bozukluğudur demek te nereden çıktı bay haşimato, çok rica ediyorum, o düşüncenizden bir an önce vaz geçin ve adınızı koduğunuz hastalığın adını songül hastalığı olarak bir an önce değiştirin, esas tanıyı benim koymuş olmamdan mütevellit, saygılarımla.

Saçmalık, tavuk yumurta ilişkisine dönmüş bu haşimato hastalığı, ve yanlış, vücutta kanser bile yapabilen, ki kanser hücrelerini besleyen şeker haşimato mu yapamıyor, haşimato bey zırvalamış, bir an önce benim adımı koymalılar o hastalığa, derhal, eskişehire giderken karşımda oturan kadınla muhabbet ettik, ikimiz yani, 60’lı yaşlarda, parkinsonmuş, kas spazmları geçiriyormuş, bir amerikalı doktorla iletişim halindeymiş, ilaçlarının yan etkileri çok olduğu için alternatif tıbba yönelmiş, bir dolu vitamin ismi saydı, hepsini kullanıyormuş, elinde canan karatayın kitabı, kafayı hastalığıyla bozmuş, kötü anlamda demiyorum bunu, çıkış yolu arıyor kendine, doğal olarak, kaya tuzu kullandığını söyledi, iyotlu tuz kullanmazsa bunun kas spazmlarını arttıacağını söyledim, umarım dikkate almıştır çünkü hastalığı zaten direkt bununla ilgili, bizde olmuştu, himalaya tuzunu şişirdikleri dönemde onu kullanmıştım ve çocuklarımda kramplar artmıştı, hem de ne etkili kramplar, şeker, tansiyon ve bir dolu hastalığı tavan yapmış bir kişi, yine eskişehirde, dondurma vs yiyemiyorsan lightını yersin, ne olacak diye bana, bize tavsiyede bulundu, kendi öyle yapıyormuş, o nasıl bir şartlanmışlık ki, ki o kişi yüzde seksen engelli sayılmış hastalıklarından dolayı, engelli haklarını kullanıyor, kaç kere ameliyat olmuş, onları yemekten vaz geçemiyor, canı pahasına üstelik, ben yemedikçe şaşkına döndü, oooo, sen yaşamıyorsun diyor bana, kendi yaşayabiliyormuş, yaşayabilecekmiş gibi, ölümüne bilet çıkarıyor ve bunun farkında bile değil, işte bunu yapıyor şeker insana, ara ara anlatmaya çalışıyorum bunu, içinde bulunduğu durumu gizleyip ona her şekilde, bir şekilde o şekeri yedirttiriyor, çok sinsi bir hastalık şeker, bedeni ve beyni ele geçiriyor, düşünemez bırakıyor insanı, o şekeri emmenin bir yolunu bulduruyor insana, beter bir şey.

*Dizinin başrolünde david carradine vardı yanlış hatırlamadıysam, ve oradaki adı anjinsan dı, hay toranaga diyordu birde japon yöneticiye, bu kadar daha hatırladım, baksam adını bulurum elbete, bakmadım.

***Dün de foxta ve kanal d de e- ile başlayan gıda koruyuculardan bahsedildi, haberlerde, bir dolu hastalık sebebiymişler, o masum sandığımız lokum bile onlarla dolu, ve tabi tüm paketli satılan şeyler, gıda değil onlar şey, kahvenin yanına da lokum konuyor ya, iki boyutlu zehir etkisi, bu nasıl bir tuzak ki birinden öbürüne çekilmişiz, çekiliyoruz.

***Bir belgesel daha izledim, adı şişman, hasta ve ölüme yakın, 9 yıldır kurdeşen olan bir adam, 100 kilonun üstünde 40’lı yaşlarda bir adam, 60 gün boyunca sadece sebze, meyve suyu içerek beslendi ve 40 kilo verdi, gözümüzün önünde tığ gibi oldu, yine aynı yaşlarda 200 kilo olan bir adam 100 kiloya düştü, yine gözümüzün önünde, inanılır gibi değil, ama 60 gün sadece sebzeve meyve suyu ve su içerek yaşamak ta müthiş bir irade olmalı, o kadar canlarına tak etmiş olmalı ki bunu göze aldılar, her ikisi de kurdeşen hastasıydı, kurdeşenleri geçti, ilacı bıraktılar, trigliseridleri, kolesterolleri falan da düştü, sebze bir mucize, ve bizim için yaratılmış.

***Macera ruhumu biraz fazla yükseltmiş olmalıyım, bu ara, biraz frenlesem iyi olacak, çocuklarımla yürüyüşçülerin rotasını takip etmeye karar  verdik, bolu, göynük, çubuk barajı ile sakarya sülüklü göle gitmeye niyetlendik, ve gittik, eski yoldan gittik, ayaşta şehir merkezine inip bir çay bahçesi bulduk, kahvaltı ettik, yaşlı ve dürbün gözlüklü bir adam, ki önündekileri görmekte zorlandığı belliydi, küçük çay bardağıyla içtiği nescafesine 3 şeker attı, bir tane de ağzına attı, günde kaç kere yapıyor acaba o işlemi, şekerle imtihanının sonu anlaşılan gözlerini kaybetmek olmuş, ayaş bayağı küçükmüş, 5 bin falan olmalı nüfusu, beypazarının nüfusu elli binmiş, uğramadan geçtik, nallıhan da 5 bin, nallıhana gelmeden nallıhan kuş cenneti var, kuşlarından çok manzarası nefis, gri, beyaz, pembe, kavuniçi tonunda hareli dağlar var, manzara çok güzel, onun dışında da yol boyu çok güzel manzaralar var, arizona halt etmiş o manzaralar karşısında, gide gide çubuk gölüne vardık, küçük bir göl, tost bulabildiğiniz  bir cafe var, birde eskiden kalma 7 yel değirmeni, yani gittiiğin, gördüğün pek bir şey katmaz insana, oradan sülüklü göle geçtik, ama bu geçiş öyle pek kolay olmadı, son 22 km ye gelince harita bir saatlik mesafe gösterdi, anlamadık, stabilize yolmuş, ki iki yol vardı çubuk gölünden sülüklü göle, kısa olanının kötü olduğunu görünce uzununa geçmiştik, bu da berbat çıktı, çıka çıka ıssz, yeşil bir göle çıktık, hiç insan eli yok, birkaç çadır ve insanlar var, o kadar, o yolu çektiğimize değdi mi, asla, bu arada toplamda aldığımız yol 5-6 saati buldu, yol süresi olarak, uzak yani, hani birileri göynük veya sülüklü göl güzel derse, ki ben önceden de çok duydum, bilin ki uzak, bilin ki sülüklü gölün yolu çok çok kötü, otobandan dönelim derken çıka çıka abant gölünün içine çıktık, kapısına falan değil içine, al sana bir göl daha, göl abant tabi, diğerleri yavru onun yanında, göl arıyorsan işte burada der gibi çıkıverdi karşımıza, ne su delisiymişiz meğer, nerede bir yudum su var onun peşindeyiz, dışarıdan bakılınca yani, bir yerde yemek yedik, tam karşımda oturan türbanlı, kapalı kadın rakısını yudumladı bir güzel, yarasın, otobandan döndük, tam on iki saat sürdü turumuz.

Ayaş tarafında ve yine ara ara güneş enerjisi tarlaları gördük, bayağı yyaygınlaşmış, teşvik var güneş enerjisine, devlet tarafından, nallıhana gelmeden bol fabrika bacalı ve dumanı tüten bir linyit işletmesi gördük, öyle yazıyordu kapısında, termik santraldi belki, bilmiyorum, oğlum çıkan duman değil su buharı dedi, geride iz bırakmıyordu duman, su buharı olabilir yani, yine oralarda soda işletmesi veya işletmeleri var, kazan soda, eti soda adı, onların da bacası tütüyordu bolca, sonra arabalarını gördük yollarda, ciner holdinginmiş.

Hem merkür geriliyor, hem dolunay, yollarda işim ne, akıl işte.

*O stabilize ve dar yolda minibüs ve küçük otobüsle nasıl gidecekler diye düşünmüştük, aklımıza gelen yürüyüşçülerin başlarına geldi, yürüyüşçüler bizden bir gün sonra gittiler, dönüşte, ki karanlığa kalmışlar, iki araba da çamura saplanmış, karanlıkta, saplanma anının videosunu paylaşmışlardı, kötü olmuş, dönüşleri gece 12’yi bulmuştur, o yoldan gözümüzün korkmasında haksız değilmişiz, oraya girişte bir tabela var, sülüklügölün kapalı olduğunu yazıyor, keşke tümden kapalı olsa da millet orada bir şey var diye aldanmasa, ya da adam gibi yol yapsınlar kapatmayacaklarsa, 22 km’lik eziyet, kaldı ki zaten çok uzak, ankaraya yani, o oniki saatin rahat dokuz saati yolda geçti, geçmiştir, her gittiğimiz yerde yarım saat anca durduk, 45 dakika değil, ve toplamda 4 kere durduk, ayaşta, çubuk gölünde, sülüklü gölde ve abantta, günübirlik gidilecek bir mesafe değil, aradığınız macera değilse elbette, eğer biz bir gün önce gitmiş olmasak ben de yürüyüşçülerle beraber olabilirdim o gün, hadi maceraya, iyi sıyırmışım.

Ben de biraz sakinleşsem iyi olacak, günde 15 km benim için fazla, üstelik inişli çıkışlı, dağ bayır, biraz daha kilo vermeyi beklemeliyim belki en azından çünkü bayağı bir zorluyor beni o tempo, küt deyip gitmek te var işin ucunda, avm ler neyime yetmiyor, yürü dur, dümdüz yer, benimki de iş yani, yürüyüşlere kısa bir ara yani, sonra yine yürürüm belki, bilemem, zaman neler gösterir, ama yürümek güzeldi.

Be First to Comment

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *