Press "Enter" to skip to content

Günlük 3v ağustos’17

***Dün gündüz halı yıkadım balkonda, hiç çekilecek şey değil şu halı yıkamak, bir daha sermesem mi diyor şeytan, bu kadar yorulmaya değer mi evimde halı olduğunu göstericem diye, olmasa ne oluyor, yıkaması bir dert, süpürmesi başka dert, kendi ipimizi kendimiz çekiyoruz bazı şeylerde, bunun gibi, belim burkum kırılmış, halı yıkamanın yaptığı yıkamayı zaten beğenmem, kullanmam, neyse, geçelim, akşam oldu ekmek bitmiş, daha doğrusu küflenmiş, bu sıcağa biz dayanamıyoruz, nesneler nasıl dayansın, 19 gibi çıktık kızımla markete, markete girdik, çıktığımızda gökyüzünün bir tarafı kapkaranlık diğer tarafı aydınlık olmuştu, ve sıkışmış inanılmaz boğucu bir bunaltıcı bir sıcak, eyvah dedim istanbuldaki hava buraya da geliyor, şimşekler çaktı, gürledi, yağdı, çok anormal bir şey olmadı neyse ki, fakat bugün okudum ki kuğulu parka yıldırım düşmüş, yaralılar varmış, 28 metrelik kavak ağacına düşmüş, on katlı bina kadar kavak ağacı, belediye belediye olsa bütün o kavakları kesmiş olması lazım, alerjiler sebebiyle, ama belediye belediye değil tabi ki, böylece bir marazı daha çıkmış oldu kavak ağacının, inşallah belediye akıllanır da zaten kesilmesi gereken kavakları bir an önce keser.

***mehmet görmez koltuğunu terki diyar eylemiş, ne olduğunu hatırlamıyorum, ama çok yakın zamanda bir şey söylemiş, erdoğan da bunun aksini iddia etmişti, bundan patlak vermiş olmalı mesele. Dün ertö kandırıldık diyordu, bugün fetö görmedim, duymadım, bilmiyorum oyunu oynuyor.

***37 yaşında bir adam kalp krizinden ölmüş, bu yaşına kadar hiç kimliği çıkarılmamış olduğu için ölüsünü bir hafta vermemişler ailesine, kaymakamdan izin alarak alabilmişler sonunda hastaneden, benden 15 yıl sonra doğmuş, yaşamış, ölmüş, ben hala yaşıyorum, doğuyor, yaşıyor, ölüyor insanlar, bir çoğu neyi yaşadığının farkına bile varmadan, neyin kavgasındayız, ölüm hepimizin bir göz kırpımı ötesindeyken, yaşamak lazım, hala yaşarken. Pek bir yazasım yok bu aralar, zaten yazacak pek bir şey de yok, ara ara uğrarım, haberiniz olsun, yaz rehaveti çöktü üstüme.

Rehavet diyince çağrıştırdı, hiç rehavete düşmeyip amansızca direnen, savaş veren gazetecilerimize bir teşekkür edeceğim buradan, bıkıp usanmadan çarpışmaya devam ettikleri için, onlara çok şey borçluyuz, bekir coşkun, yılmaz özdil, emin çölaşan, necati doğru, uğur dündar, soner yalçın, ahmet takan, ve diğerlerine, akılların tutulduğu, akıların durduğu, eğri ile doğrunun aynı potaya konduğu böylesi berbat bir dönemde iyi ki varlar.

***Dün cosmosun kurşunla ilgili bölümünü izledim, dehşete düştüm, anlatayım siz de o dehşete düşün, aslında iyisi mi siz de izleyin, ama ben yine de anlatayım, kurşun beyin hasarına, gelişim bozukluğuna, şiddet eğilimine, hatta ölüme, intiharlara bile sebep olabilmekteymiş, kurşun bir toplu zehirlenme biçimiymiş, ve soluduğumuz havada var, ve tabi ki buna maruz kalıyoruz, ve bunu önleyecek güce sahip değiliz, benzinde bulunan kurşun egzoz yoluyla havaya karışıyor ve bedenimize yerleşiyor, bu korkunç bir şey, biliyordum elbette az çok ama bu kadar net bir şekilde dinlemek, görmek beni dehşete düşürmeye yetti.

Bunun nesi dehşet verici diyorsnz demeyin, çünkü cidden dehşet verici, ama burada çok daha dehşet verici olan bir şey var ki o da bu araştırmanın 1966’da, benim doğduğum yıl, yani 51 yıl önce yapılmış olması, o günden bugüne dünya nüfusu iki katına çıktı, 3,5 milyardan 7 milyara ulaştı, ama araba kullanımı nüfusa paralel olarak değil çok çok daha fazlasıyla arttı, belki bire bin, bire milyon, hal böyle olunca dehşete düşmek için çok fazla nedenimiz var, asıl korkutucu, dehşet verici olan bu işte, belki benzindeki kurşun oranı azaltılmıştır, bun bilemem ancak hala bir tehlike var ki bu belgeseli yayınlıyorlar.

***Yine aynı belgeselden, aynı bölüm, “Ampulde, boyada, kauçuk ayakkabıda da var kurşun, hafıza ve öğrenmeyi engeller, bu çocuklar için çok zararlıdır, amerika savaş bakanlığı kurşun tetra etili zehirli gaz olarak düşünmüştü, derinize bir çay bardağı dökülse öldürebilirmiş, kullanıldığı benzin fabrikalarında işçiler akıllarını yitirdi, halüsinasyonlar gördüler, çığlıklar atarak camlardan atladılar, para ile bir doktor tutuldu ve kurşun aklandı, sonunda amerikan tüketici ürünlerinde kurşun yasaklandı, birkaç yıl içinde çocukların kanındaki kurşun seviyesi yüzde 75 düştü”, şöyle bitiyor cosmosun kurşun bölümü, “bugün bilim insanları başka çevresel tehlikeler için alarm veriyor, çıkar sahipleri akılları bulandırmak için hala para ile kendi bilim adamlarını tutuyorlar, ama neticede doğa aldanmaz, aldatılamaz”

***Bir sorun mu var daki ibneye geçen hafta talip gelmişti, bu hafta ayar çekmişler, ağzını yaydıra yaydıra konuşmadı bu hafta, iyi olmuş, ben de daha fazla sinir olmaktan kurtuldum böylece, çemişgezekli teog birincisini çıkarmaları da güzel olmuş, hala umut bitmiyor dedirttiriyor hayat için, geçen gün kızım eskiden hep umutla dolu, umut veren, mutluluk veren şarkılar varmış, şimdi hiç öyle değil dedi, ağlama arkadaş, sevince, vs. 16 yaşında çocuk bile farkında nereden nereye geldiğimizin, akp ile yaşıt ne de olsa, bana bütün gün eski şarkıları dinletiyor, genellikle arabada, bana dj lik yapıyor, o yeni tanıyor bunları, keşfediyor, bana nostalji oluyor, yıldızlar rıhtımı, öyle bir geçer zaman ki, gönül salıncağı, senden başka kimse yok içimde, erkin koray, sevenler ağlarmış, gönül sabreyle, bir sevmek bin defa, üç hürel, öyle sarhoş olsam ki, içkim sigaram, tanju okan, deniz üstü köpürür, cem karaca, deniz ve mehtap, her akşam votka rakı, dario moreno, imagine, john lennon, viva las vegas, ve diğer elvis presley şarkıları, oh pretty woman, roy orbison, beat it, maykıl ceksın, boşver arkadaş, ilhan irem, sana doğru, kimler geldi kimler geçti, ajda prkkan, bana yalan söylediler, semiramis pekkan, anlamazdın, ayla dikmen, çayır çimen geze geze, kıraç, sugar sugar, the archies, if I very rich man, fiddier on the roof, kulağımda pas falan kalmadı anlayacağınız, değil benim yanımdan geçen arabalardakilerin bile kulaklarının pasları silinmiş olabilir, o derece yani, bangır bangır, ve avaz avaz, bir yerlerden, internetten buluyor bu şarkıları, her ajda dinleyişimizde ne ses var kadında deyip duruyor, her konuda algısı benden çok daha açık kızımın.

***Bugün de şiir kitapları aldık kızıma, kızılayda. bir sorun mu var da sık sık şiir soruları çıkıyor, oradan ilgisi arttı şiire, edip cansever, nazım hikmet, pablo neruda aldık, onun sayesinde ben de okurum belki bir iki, kızım da olmasa cahil kalacağım valla, iyi ki doğurmuşum, cadı kızım benim, şiir okumayalı kaç yıl geçmiş kim bilir, saç baş yolmaktan zaman kalmamış demek ki, artık zamanım var, her şey için, eskisinden çok daha fazla, biraz edip cansever okuduk bu akşam, hala unutmamışım birçok şiirini, ne başı sevdalı bir adam, sevilesi bir adam, sevilesi adamlar da var demek ki hayatta, mesele neye rast geldiğinde, oduna mı, taşa mı, çomağa mı, çomara mı, neyse, geçelim bu konuları, geri vites yok, artık yok, ileri, güzel şeylerden bahsedelim, edip canseverden mesela.

Kızımın kitap ambargosu hala var, bitti sanmayın, okumak istediği kitapları abisi okulunun kütüphanesinden getiriyor, zaten eğer ki öyle olmasa oturup kızımn kitaplarını yemek zorunda kalabiliriz, iki güne bir kitap bitiriyor, koca koca, ama şiir farklı, bir defa okunacak bir şey değil, o yüzden satın alınmalı.

Kızım iyi bu arada, hala ilaç kullanmakla beraber pek çok şeye dikkat etmeye devam ediyoruz, sorun çıkaran hangisi tam olarak bilemediğimiz, saptayamadığımız için hepsine topyekun savaş açtık, şekere, şekerli ürünlere, nescafeye, kahveye, çikolataya, küflenmiş peynire, ekmeğin yanığına, diğer yanıklara, pastaya, tatlıya, pastane ürünlerine, bilumum şüphelilere savaş açmış durumdayız, ağzımıza sürmüyoruz, onunla birlikte ben de, bana da yaradı bu ders, kilo vermeye eğilim gösteriyorum gibi bir durum var, sonuçta 3 aydır bu şekilde besleniyoruz, doğaya, doğala döndük, dönüş yaptık, neredeyse tamamen, artık yoğurdumu da kendim yapıyorum, sivilceleriyle başı dertte olan oğlum da bize katıldı sayılır, dondurma yemiyormuş artık, öyle dedi, bir de çok sık sucuk yerdi, onu da bıraktı, yediğinde sivilce yerlerinde kaşıntı yapıyormuş, hatta bu ara enginar kapsülleri almış, onları içiyor, eskisinden daha çok güler oldu yüzü, karaciğeri gülümsemeyenin yüzü de gülümsemiyor, beyni de çalışmıyor, bakıyorum masasında dalıp dalıp gidiyor, sözde ders çalışıyor, yıllardır öyle, şimdi değil.

Bir büyük oğluma laf, söz geçmiyor, sigara konusunda, tamam, olur, diyor demesine ama bildiğini okumaya devam ediyor, okulunu bırakmıştı, iki yıldır boşta geziyordu, dün yeni bir okula yerleşti, şimdi belki daha düzene sokar kendini, bir özel üniversitede yarı burslu makine mühendisliği okuyacak, ikinci sınıftan başlayacak, eski okulunda geçtiği derslerini geçerli sayacaklarmış, bu da iyi hiç değilse, geçen yıl girdiği, kazandığı okul daha iyiydi, beğenememişti, kayıt yaptırmadı, bu yıl beğendi, geçen yıl biraz olsun çalışmıştı, bu yıl hiç çalışmadan girdi, bu durumda beğense de beğenmesede beğenecek, anştaynın dediği gibi görelilik budur, bu da geçen zamana dayalı görelilik, küçük oğlumun yaz okulu bitti, yarın avrupaya gidecek, italyadan başlayıp ispanyaya trenle, interraille gezecek, 17 gün süreckmiş, şimdi hazırlık alışverişi derdinde, kaplumbağa gibi sırtında on kiloluk çantayla 17 gün gezecek, sonra büyük oğlumun okul kayıt işleri var, hala vakit kalırsa kalan üçümüz tatile gideceğiz, kalır da ne kadar kalırsa, havanın eski sıcaklığı da kırılmış olur bu arada biraz daha, sıcak zamanlarda ankara en güzeli, en azından gece uyunuyor, gece ısısı on derece fark ediyor ankaranın diğer sıcak illerle, gündüz ısısı aynı olsa bile, arada birkaç gün serinlik oluyor, bir nefes alıyorsun, kaç gündür öyleydi mesela, ama dün gece zor uyudum yine, gece birde evin içi 25 dereceydi, gel de uyu, iyice açtım bütün balkon kapılarını, camları, ancak ondan sonra uyuyabildim, kızılay yanıyordu dün, asfaltın sıcağı insanın yüzüne yüzüne vuruyor, ondan da sıcaklanmış olabilirim, her bir yandan kurşun saldırısına maruz kaldım, egzoz yani, oradan oraya kaçmaya çalıştım, hiç hoş değildi.

***rte önderliğinde yeni bir devlet kuruluyor dedi ya zatı muhteremin biri, zatı muhteremden ne kast ettiğimi siz oraya koyun, rte de sözüm ona yalanladı, yok öyle bir şey dedi, az önce oğlumu havaalanına bıraktım, dönüşte keçiören belediyesinin bilbordlarını gördüm, büyük boy, birkaç tane, üstünde rte nin fotosu var, yeni Türkiye ye hayırlı olsun diye yazıyor, baktım baktım fotoda rte dışında bir şey göremedim, rte mi yeni türkiyeye hayırlı oluyor, demek ki o, yeni bir devlet kurulmuyorsa o bilbordlardaki yazının anlamı ne, ben asmadım ya yol kenarlarına, söylüyorlar, yalanlıyorlar, yine söylüyorlar, demek ki bunda kararlılar, bu yeni türkiye düşüncesi her an her yere yerleştirilmeye çalışılıyor zaten, yine havaaanına yakın bir cami yapılmış, ucu bucağı yok, cami değil kervansaray, işimiz gücümüz bu camileri doldurmak diye düşünüyorlar galiba, kuzey yıldızı projesi yanında. toki projesi, 7/24 fesatlık, kötülük düşünüp namaz kıldırmaya çalışıyorlar, birde havaalanı girişinde, alana girdikten sonra, çubuk müftülüğü var, hacılara güle güle diyen koca bir pankart asmışlar, biraz ilerde dış hatlar terminalinde hacı girişi diye bir tabela var, aklımıza, fikrimize, beyin altı yazılımlarımıza yerleştirmeye çalışıyorlar, haram zehir zıkkım olsun o hacca verilen o paralar, insanlar açlıktan, yokluktan inim inim inlerken din adına uluslararası seyahat yapıyorlar, sizin dininize, imanınıza, yol boyunca 15 temmuzda ölenlerin fotoları var, yine bilbordlarda türgev reklamları var, birinde kapalı, birinde açık kız türgev yurtlarına gel gel yapılıyor, paralel 2 devri, ama sonuç ne, imam hatiplerin sadece yüzde yirmisi yerleşebilmiş üniversitelere, başa akıl koyamıyorlar sonuçta, henüz o kadar geliştiremediler kendilerini, imam hatiplere yapılan onca yatırıma rağmen üstelik.

***Bugün hastaneye gittik kızımla, gazi hastanesine, sabah 9’da, incek bulvarında trafik yoktu, konya yoluna inince birden tıkandı, iki siyah araba beni dırt dırt diye sıkıştırdı, önlerine geçmişim, ne haddime, ben de onlara zırt vırt yaptım, siyah camın ardındaki gözlerinin içine bakarak, geçip gittiler, sanki yol onlara ait, bok herifler, ben nasıl bekliyorsam sen de bekle, üstünlüğün ne, ya da yol yap, çok adamsan git helikoptere bin, o helikopter sesinden de illellah ettim zaten, iki götü kıllı oradan oraya trafik çekmeyecek diye bütün gün kafamızı şişiriyorlar, evimin olduğu yer helikopter yolu herhalde, bütün gün onları dinliyorum, en az yirmi otuz kez geçiyorlardır evimin üstünden, bir ben duymuyorum ya seslerini, cümle alem dinliyor, zaten zırt vırt düşüp duruyorlar, bir diğer ölüm makinesi de onlar, tıkanıklığın sonunda baktık ki motorsiklet bir yanda, sürücüsü yerde yatıyor, tam o esnada ambulans ta geldi zaten, bakan geçti, alıştık artık, bu motosikletler ölüm makinesi oldu çıktı, ne zamana kadar böyle devam edecekse.

Hastanede bizim gittiğimiz bölüm endokrinoloji, hormonal tedaviye, şeker, tiroid hastalıklarına bakıyorlar, bir yaşlarında bebekte hipotiroid varmış, bir başka bebeğin memeleri büyümüş, kız, o yüzden getirmişler, on yaşlarında bir kızın bir yetişkin kadar memeleri vardı, ve anomaliydi, gerçek anomali değil, hastalıkla gelişen anomali, çocukların geneli gözlüklüydü, şeker hastalığı göz ilişkisi biliniyor zaten, 15 yaşlarında uzun boylu bir çocuk rahat 130 kilo vardı, her yeri sallanıyor yağdan, ve bütün yüzü sivilceliydi, bir kız, yine 15 yaşlarında, iri yarı, kilolu ve boylu, saçlar kısa, kız mı erkek mi anlaşılamıyor, konuştuğunda sesi kalın, sanırım çift cinsiyetli, yani ara cinsiyetli olduğunu da benimsemiş, öyle gibiydi hali, öyle yani, kızım da kısa saçlı olunca kızıma kaş göz süzmüş, kızım saçımı uzatacağım dedi, oh be, sonunda, biz bir türlü taarruza karşı korumaya alırdık kendimizi, şimdiki çocuklar her yöne dikkat etmek durumunda, oğlumun dediğine göre okulunda kızlar alemen öpüşüyorlarmış, hastanedekiler, iri kıyım göbekli çocuklar, en belirgin özellikleri göbekli olmaları, ense kalınlıkları, ablak, şişkin suratları ve basma tulumba gibi olmaları, boş boş bakan gözler, ve anomali, zeka gerilikleri, hastalıkla gelişen anomali,  doğuştan değil, kızımın son hali de onlara benzer, göbekli, göbeklendi kızım, eski halinden 7-8 kilo fazla şimdi, bir ortak noktaları da erken büyümüş olmaları, hiç çocuk gibi değiller, beyin, vücut hepsi bitme noktasında sonuçta, hepsinde metabolizma bozukluğu var çünkü, ortak bir sebeple, bence, bana kalırsa insülin direnci sebebiyle, yani kötü karbonhidratlarla beslenme sonucu gelişiyor, kiminde akılsızlıktan kiminde ise parasızlıktan gelişiyor, kiminde de her ikisinden, bizde olduğu gibi, asgari ücretin 1400, bir kilo etin 60 lira olduğu bir ülkede yaşadığımıza göre bu çıkarımda bulunmak çok zor değil, ama sorsanız refah içinde yaşıyoruz, o ayrı mesele, ve o hastaneye gelenler genelde alt gelir grubundaki insanlar, bir gün bir hastanenin çocuk endokrinoloji bölümüne gidin, yarım saat oturun bir köşede, benim gördüklerimi siz de görürsünüz, özel hastanenin değil tabi, işlek bir hastaneye, daha çok bir üniversite hastanelerine.

Çocuktan al haberi de izliyorum ara sıra, orada çıkan gülben ergen çocuklarının yılda birkaç kez çikolata yediklerini söyledi, gülben ergenin parası çikolataya yetmiyor demek ki, hıh fakir, çocuğuna bir çikolata bile yediremiyor, çikolata bile yiyemeyeceksen, şapur şupur, o para ne işe yarar, öyle mi değil mi, değil tabi, biz de veririz ki aman gözü kalmasın, gözü akmasın, çocuktur bunları yer zaten, başka ne yiyecek, demek ki kantarın topuzu öyle değilmiş, hala benim bile gözüm akmıyor değil, ama yemiyorum, yemiyoruz, geçen gün kızım istedi, bir ufak damak aldık, bir kere, bir tanecik, paylaştık ki ikimize de zararı daha az olsun diye, iki tane veya büyük almadık yani, o kadarını almayı ikimiz de istemedik, ben bir büyüğü tek başına indirirdim mideye, bir defada, çok yakın zamanda, 3 ay önce, eskiden, bundan 3 ay önce birbirimizin elinden kapıştığımız çikolatayı sükunet içinde paylaştık ve acabalar içinde yedik, bir musibet bin nasihat meselesi yine, dondurmanın zaten sayısı sorulmazdı.

Ben böyle bir konuda, çocuk ve hormon konusunda bir özel hastanenin tek bir doktoruna güvenemezdim, o yüzden gazi hastanesine gittim, bence daha güvenilir, bütün eziyetine rağmen, bir değil birçok doktor var konuyla ilgili, ve birbirlerine danışıyorlar, ve hasta yoğunluğu, iş birikimi de çok, bu hem avantaj hem dezavantaj, çoğu yerden daha birikimliler ve bu bir avantaj, birinin, bir doktorun ağzına bakmış olsam çoktan hapı yutmuş olabilirdik, değil özel hastane üniversite hastanesinde bile bir hocanın hastası olmak istemem, niyetinden, iyi, kötü niyetinden nasıl emin olacağım, bana bir ortak akıl gerekliydi ve öyle de yaptım, can bir kerede bile çıkıyor vücuttan, ikinci şansa gerek kalmayabiliyor, bugün ilk gittiğimizde acilde kızıma bakan genç bayan doktoru da gördük, teşekkür ettim, eğer daha en başında o tiroid dememiş olsa, ben de onun söylediğine güvenerek atlanan, yapılmayan tiroid testinde ısrar etmemiş olsam kızım şimdiye birkaç kalp ameliyatı geçirmiş bile olabilirdi, daha sonrakilere anlatamadım bir türlü meramımı, kafaları durmuş, ambale olmuşlar, telefon başında oturmaktan, gözünü ayıramıyordu telefondan, kızımın nabzı 120, acilden sonra gittiğimiz çocuk doktoru bize defalarca tiroit sonucundan bir şey çıkmaz diye iddia etti, zorla yaptırdım tiroit testini, hatta endokrinden bile kalpe göndermeye kalktılar, götürmedim, her söylediklerini yapacak değilim, hormonlar düzeldi, hepsi ve kalp te yoluna girdi.

Hastanenin hastası olmakla deneği olmak arasındaki ince çizgiyi çok iyi koruyup kollamak gerekiyor, hastane koridorlarında ne insanlar gördüm, 5 yaşındaki oğlu ile ömrü, hayatı orada geçen, bu yüzden sinir hastası olan, her an agresif genç bir kadın, neler yaşamış, ne acılar çekmiş kim bilir, o geçen süre zarfında 6 bölümden 3 bölüme düşmüşler ve bunu başarı addediyor, başarı elbette ancak bu kadarı gerçekten gerekli miydi acaba diye sorular takılıyor kafama, sağlık sektörü aynı zamanda bir kazanç kapısı çünkü, bölümden kastı sağlık, hastane bölümleri, başkaları çocuklarının okul sınıfları ile övünür, o hastane bölümleri ile övünüyor, bir başka karı koca, belli ki çok fakirler, kız 12 yaşında ama çok daha küçük görünüyor, 3 kez kalp ameliyatı olmuş, dördüncüsü yolda, devamlı annesini babasını kızıp tekmeliyor, ağlıyor, acaba gerçek sebeplerle mi yapıldı o ameliyatlar yoksa üstünkörü bir bakış açısıyla mı, fakirler nasıl olsa, Allah düşürmesin, düşürürse de sağ salim çıkabilmeyi nasip etsin hastanelerden, benim için hastaneler bu, tuzak, can tuzağı, bir nevi kumarhane, kazanmak veya kaybetmek olasılığı var.

Bugün bizimle birlikte 30 çocuk sonuç aldı, poliklinikten, özel hasta sayısını bilemem, demek ki günlük en alt limit 30 çocuk, en son iki ay önce gittiğimizi düşünürsek bir toplamasını yaptığımızda binlerce çocuğun takibi yapılıyor aynı anda, bu sefer 3 ay oldu mesela aralık, sadece bir hastanede, tüm türkiyeyi siz düşünün, yüzbinlerce çocuk, endokrin konusundaki gidişatımız hiç iyiye gitmiyor. Yani demem o ki çikolata, şeker falan deyip geçmeyin, çocuğunuzun hayatı ile oynuyor olabilirsiniz. Çocuklarımızı ölüme doğru iteliyoruz, kendi ellerimizle üstelik.

Kızımın alt si önce 85’ti, sonra 50, şimdi 30’a düşmüş, normale gelmiş bile sayılabilir artık, ilaç mı beslenme şekli mi etkin bilemiyorum tabi, benimki 20 idi bakıldığında, benimki de daha inmiştir, b12’si 650 çıktı, sütler yoğurtlar peynirler işe yaramış olmalı, daha önce ölçülmemişti, benimki bile ölçüldüğünde 400’dü, kızımınki benimkinden hayda hayda düşüktür, en başında yani, normali 700-900 arası, yalnız d vitamini bayağı düşük çıktı, 60-80 aralığında olması gerekirken 16 çıktı, onun düşükse benim de düşüktür büyük ihtimalle, evden çıktığımız yok ki, eskiden beri hep kaçındım güneşten, kanser kanser dediler ya, bundan sonra bol bol güneşleniriz artık, tiyoyu aldık nasıl olsa, tatile de gideceğiz zaten yakında, bir saat dedi doktor ama güneş tepedeyken bir saat fazla gelebilir, yana döne yaparız herhalde, kafa gölgede olmak şartıyla, güneş çarpmasından pek haz etmiyorum da, bakacağız artık bir çaresine, güneşlenme tiyolarını yazmıştım yakın zamanda, osman müftüoğlu derslerim işe yaramış gördüğünüz gibi, boşa dinlemedim o kadar, sizin de işinize yarar belki, kulağınızda kalsın en azından.

***Bir zaman, bundan 5-10 yıl önce bir doktor şöyle dedi, eski insanların kafaları taş devri insanları gibi taş şeklindeydi, kare, o zaman etle besleniliuordu, şimdi karbonhidratla beslenildiği için insanların kafa yapısı arkaya doğru uzadı, karbonhidratla beslenme insan yapısına uygun değildir, bir bildiği olmalı ki bunları söylemiş, ki şimdi etkilerini görmeye başlamış bulunmaktayız. Çocuğum zayıf diye buna aldanıp kanmayın sakın, bu değişimi bir anlık, kaşla göz arası, benim kızım da zayıftı, alt, ast, t4, tsh ı bilmenin ederi iki tüp kan, kıl haritası, erken meme gelişimi, gece inlemeler, sık gaz kaçırma, sinir bozukluğu, içe kapanma, el titremesi, kalp hızı, akılda azalma, kusma, ağır kusma, acı su kusma, özellikle adet döneminde, ve normalde, varsa dikkali olun, özellikle kız çocuklarına.

***Kan verme ve sonuç bakma arasındaki 3-5 saatte kentparka gittik, önce karnımızı doyurduk, kahvaltı ettik, sonra denizde giymek için su ayakkabısı baktık, ayaklarımız acımasın, yanmasın diye, dekatlonda 30 lira idi, spx te speed marka su ayakkabısı 100 lira idi, 30 liraya da var dedim, satıcı mesajı aldı, dekatlonda dedi, bunu alırsanız seneye de giyersiniz dedi, şimdi 30 liraya alır, seneye de kalan parayla yenisini alırım dedim, yine 30 liraya, yine kalanıyla öbür seneye de alırım, dekatlondaki daha iyi göründü gözüme üstelik, safi plastik değil hiç değilse, dekatlon deli gibi iş yapıyor, kasada on dakika sıra bekledik, ama spor giyim için aynı iddiada bulunmayacağım, buna dekatlon da dahil, nike, adidas hepsi naylon mal satıyor, üstelik dünyanın fiyatına, spx ithal pamuk kumaş satıyor, bu durumda tabi ki spx, fiyatları da aynı gibi, pek bir fark yok, onca ötv ve kdv ye rağmen, diğerleri de ithal ama ithal olmayanlar da çok farklı fiyatta değil, iyi kazıklanıyoruz yani, naylonlarla, en babasından.

Yorulunca dinlenmeye kitapçıya gittik, sonra çıktık yine hastaneye gittik, baktık daha sıra var, bahçeye çıkıp oturduk, bacaklarım güneşi görecek şekilde oturdum,  kızım 12 eylülde ne oldu diye sordu, kitapçıda bir kitap görmüş 12 eylülle ilgili, darbe oldu dedim, çok mu kötüydü dedi, biraz anlattım, 20 yaşındaki insanlara işkence mi yaptılar dedi, lisedeki çocuklara da yaptılar dedim, benim yaşımdakilere mi, dedi, o zaman büyük, büyümüş sayılıyorlardı senin yaşındakiler dedim, gözleri doldu, ağladı, ben de ağladım, sağcı veya solcu olmamak gibi bir seçenek yok muydu dedi, yoktu dedim, anlayamadı, kafası karıştı, amerikanın oyunuydu herhalde, toptan tuzağa düşürüldük dedim, ben anlatamıyorum çocuğuma 12 eylülün mantığını, neden geliştiğini, nasıl olup ta olduğunu, ardında olanlar neler anlatıyorlar acaba çocuklarına merak ediyorum doğrusu, onların çocukları sormuyorlar mı bu soruları, veya kendilerini ne gözle görüyorlar, insanlık dışı mahluklar, 12 eylül canileri, cellatları yargılandı mı, yargılanmadılar, öldüklerinde insan diye cenazeleri kalkıyor, bir bir, ama onlar birer hayvandılar, adlarını, kimliklerini bilsek te, bilmesek te, ve biz onların birer hayvan olduklarını bilmeye devam edeceğiz, elbette çocuklarımız da, vicdanlarımızda hep kabir azabında kalacaklar, lanetimiz soylarına soplarına sürecek.

Ben anlatırken dayıma da işkence yaptılar mı diye sordu, yaptılar dedim, yıllarca yemeğini kendi yiyememiş, kolları tutmadığı için, filistin askısından, başkaları yedirmiş yemeğini, altını silmiş dedim, konuşanlara, itirafçılara çok işkence yapılmamış dedim, dayım konuşmamış mı dedi, keşke konuşsaymış der gibisinden, konuşmamış, neden 50 yaşında öldüğünü sanıyorsun dedim, seni çok seviyordu dedi, ben de onu çok seviyorum dedim, mezarlık çok uzak mı, gidelim dedi, gideriz dedim, gitsem duramıyorum ki, bir an önce gerisin geri kaçasım geliyor, utanıyorum, yaşadıklarından, ona yaşatılanlardan, sahip çıkamadığımdan, durduramadığımdan, durduracak gücüm olmadığından. kaçıp gidiyorum her seferinde, gider gitmez. Yazıyorum demiştim, yaz tabi demişti bana, umarım razıdır benden olduğu yerde. Bazen aklımın ermediği şeyler oluyor ve abim olsaydı da sorsaydım diyorum, o ne derse doğrudur, doğruydu benim için, ama yok, soramıyorum, sorular birikip duruyor, ayrılığımızın bu kadar erken olacağını düşünmemiştim, hiç kimse veremez bana onun vereceği cevapları, verse bile inanmam, ona inandığım gibi.

***Yine ortaya bir bomba bıraktılar, amerikalının biri kitap yazmış, tuzu bol yiyin demiş, cana karatay da öyle diyormuş, ürenin, ödemin, el, ayak, gözaltı, vücut şişkinliklerinin sorumlusu tuz değil mi, ve dolayısıyla böbrek yetmezliklerinin, nasıl yenecek bol tuz, atıp tutuyorlar da kimin ne atıp tuttuğu belli değil, ben yine ve her koşulda bol tuza karşıyım, ama ben yıllardır tuza dikkat ediyorum, bende de var ödem, gerçi çok su içmiyorum, o da var, ben de çıkamadım bu işin içinden, bir şu d vitaminini halledeyim bakalım neler olacak, biri öyle diyor biri böyle, hepimizin kafası karışıyor.

***Bu akşam, 12 ağustos günü fox haberde söylendi bunlar, bir iç hastalıkları doktoru tarafından, dr, yavuz öztürkler, “fruktoz şekeri içeren gıdalar 8 gün vücutta kalabiliyor, bu da yağlanmayı arttırıyor, karaciğer yağlanması, kalp hastalıkları, tansiyon yükselmesi gibi ciddi metabolik problemlere neden olmakta, paketli gıdalarda pancar şekeri değil mısır şurubu var, ve normal şekerden çok daha etkili, raf ömrü uzun gıdalar insan ömrünü kısaltıyor, kansere bile yol açıyor, katkı maddesi içeren paketli gıdalardan özellikle ve özellikle çocukların tamamen uzak durması gerekiyor” işte bir anlatan daha, üstelik işin ehli, iyi dinleyin bence. Sayfalardır, aylardır anlatmaya çalıştığım şeyin özeti bu işte.

Yukarda cosmosun kurşun bölümünün son sözlerini paylaştım, burada tekrardan paylaşacağım, konu ile ilintili olduğunu düşündüğüm için, “bugün bilim insanları başka çevresel tehlikeler için alarm veriyor, çıkar sahipleri akılları bulandırmak için hala para ile kendi bilim adamlarını tutuyorlar, ama neticede doğa aldanmaz, aldatılamaz” Paketli gıdalar birer kitle imha silahına dönüşmüş durumda.

Bir doktorun bana tiroidin şekerle ilgisi yok dediğini hatırlıyorsunuz değil mi, kalbe gönderen de aynı doktordu, iyiler ve kötüler savaşı her yerde, artık sinsice, hissettirilmeden yaşanıyor sadece. Hem global ekonomiyi hem de hastene ekonomisini koruyup kolluyor kadın, görseniz hastanenin en çok güler yüzlü boncuk dağıtan doktoru, çok seviliyor, adı dillere destan olmuş, yüze güldüğü için, ama arkadan kuyuyu iyi kazıyor, ben bile biliyorum alt ye niye bakıldığını, şekerle ilgisini, o mu bilmiyor, şırfıntı. Osman Müftüoğlu da haşimato hiper tiroidi için sebep olarak depresyon, ruhsal çöküntüyü sebep göstermişti, hatırlıyorsunuzdur yazdığımı, neden, ne amaçla böyle söyledi bilemem, bunu o biliyor.

Elinizi vicdanınıza koyun ve bu yazdıklarımın hiç değilse ana temasını insanlara ulaştırın, ben Allah rızası için yapıyorum bunu, gönüllü olarak, sizin de içinizde biraz olsun Allah korkusu var ise çocuklarımızın kurtuluşuna el verin, elden ele yayın olanı biteni, burada yırtındığım benimle kalmasın, hiç olmasın, meleklerimiz ölmesin, solmasın, herkesin meleği kendine kıymetli, benim meleğimin bana kıymetli olduğu gibi.

Siyaset artık sadece siyaset yapmakla, konuşmakla yapılmıyor, yapılmamalı, karşı siyasetin silahları değiştiğinde ona göre karşı silahlara bürünmek gerekiyor, durum neyi gerektiyor ise ona göre savunmaya geçmek gerekiyor, toplumsal sağlığımız da en önemli savunacağımız şey.

***Siz okumaktan bıkmış olabilirsiniz, ama ben yazmaktan bıkmayacağım, yıllardır her yanım, bütün cildim kaşınıyor, inceldi, kupkuru, önceleri krem sürüyordum, şimdi ondan da bıktım, ne hali varsa görsüne bıraktım meseleyi, üst bacağımn arka kısmında kabarıklar oluşuyor, yara gibi, kızımın cildi de öyle, kupkuru, çocuklarımın ciltleri çatlak çatlak, normalde hamilelikte karında görülen çatlaklar çocuklarımın her yerinde var, bir biz değil, bildiğim pek çok insan var bu kurulukla mücadele eden, krem peşinde gezen, çatır çutur kaşınıp duran, ahmet takan ankaranın çeşme suyunun kızılırmaktan getirtildiğini, cilt kaşıntı ve kuruluklarına sebep olduğunu yazmış, varmış bir nedeni demek ki, derdim çoktur hangisine yanayım, yedi bitirdi bizi bu akp köpekleri, her yandan, başları, yani ertö bu ara ıspartada coca cola fabrikası açmış, çocuklarımızın canını pazarlıyor israil ve amerikaya, çocuklarımızı satıyor, tarım ve hayvancılığı elimizden alıp, bizi ete, süte muhtaç bırakıp colayı dayıyor önümüze, bir ülke nasıl bitirilir, bir ülkenin insanları en kolay biçimde nasıl öldürülür, işte böyle.

O zaman 12 eylül itleri vardı, ağzımıza sıçtılar, şimdi akp itleri var, ağzımıza sıçmaya devam ediyorlar, birbirlerinin şekil değiştirmiş halleri, hepsi köpek, hepsi köpek, hepsi it, hepsi it. Bu itlerin suyu ısındı da sularını kaynatan yok, bunlar başınızdan gitmediği sürece hepimiz ölüme mahkum edileceğiz, o veya bu şekilde, gdo, ithal etler, ithal yiyecekler, nükleer santraller, termik santraller, paketli gıdalar, colalar, hesler, aklınıza her ne musibet gelirse bunlarda var, bunlarla var, satıyorlar bizi, etimiz, kanımız, canımız satışta, korkarım ki bu iş böyle giderse bunlar iyi günlerimiz olacak.

Bizi kendi paramızla öldürüyorlar, üstelik tek kurşun sıkmadan, soyumuzu kurutuyorlar ve bunlara seyirci kalmayı seçiyorsanız, ne yazık ki, sizin de türklüğünüzden öte insanlığınızdan da şüphe duyarım.

***Önümüzdeki sezon vatanım sensini izlemeyi düşünmüyorum, diziyi beğenmediğimden değil, aksine çok beğeniyorum, geçen sezonun hiç tartışmasız en iyi dizisiydi, zevkle izledim, lakin başrol oyuncuları olan bay ve bayan vatanım sensinden kazamdıkları paralarla bir yunan adasından ev satın almışlar, bu da benim kanıma dokunuyor, türkiyeye sığamamışlar herhalde, izlemeyeceğim, almışlar mı bilmiyorum, ama sakız adasında ev aramışlar ve bu da haber olmuş, bu kadarı benim için yeterli, yunan adalarına tatile gidenlerin, oralardan fotoğraf paylaşanların türklüklerinden ciddi şüpheler duyuyorum, bu fotoları beğenenlerin de, adalar sorunu şu aralar bu kadar gündemdeyken üstelik. 

Biri bu durumu yaratan onlar, akp liler değil mi demiş, ona cevaben, bu durumu kimin yarattığı değil durum önemli olan, kişiler gelir geçer, baki olan, baki kalan devlettir, baki kalmasını sağlayabilecek zemini oluşturabilirsek tabi, adalar onların, akp lilerin değil bizim adalarız, ve bu oldukça doğru bir bakış., işte yapmaya çalıştıkları da bu zaten, bizi anlamaz yapmak, sağ gösterip sol vurmak, adalara gittiğinizi görmeyim, saklıkent serbest. ;))) 

Hani biz ve onlar diyoruz ya, onların yapmadığını biz yapsak, yunana ekonomik yaptırım uygulasak daha kaç gün oturur acaba eşek adasının ve diğer adaların üstünde, bizde bu eşeklik olduktan sonra eşek adası da gider elimizden, bulamaç adası da, diğer adalar da, bırnumuzun dibinde yunan askerini görmekten rahatsız olmak bana özgü bir duygu mu, ki ben oralarda değilim şu an.

Bütün istanbul sosyetesi kos adasında, diğer adalarda şu an, sefa sürmenin derdinde, şırfıntının teki iki ay için kırk bavulla gitmiş, 3 bin lira fazladan uçak kargo parası ödemiş, bizim sırtımızdan kazandıklarını yunana yardım diye dağıtıyorlar, bir toplumsal bilinç oluşturmamız gerektiği düşüncesindeyim, o milletin, türklüğün ne olduğunu bilmeyen zillilere, züppelere, ibneden bozma erkeklere karşı.

Vatanına sahip çıkmayan, çıkamayan daimi, ömür boyu tatile çıkar, iyi tatiller. Lafa gelince vatan, millet sakarya, azıcık kendinden ödün ver desen bahane turizm, oldu canım. Ve eğer sattıysa o adaları akp, bunu bize sormadan yapamayacağını akp ye anlatmanın en kısa yolu bu değil mi? Böyle olursa bizim yaptırımımız yunana, yunanın yaptırımı da akp ye yansımayacak mı?

***Bu akşam arkadaşımın kızının nişan töreni vardı, anadolu bulvarı, demetevler arasında nazım hikmet kültür merkezine yakın, ankara konağında, çok güzel bir yer, çepeçevre, 360′ ankarayı görebiliyorsunuz, ışıl ışıl, biraz yüksek bir yerde, birkaç tane düğün salonu var, büyük bir yer, ama önce gidişi anlatayım, akşam 6’da çıkınca şehre doğru gidişte bir sorun yok, yolun karşı tarafı iyi tıkalıydı ama, eskişehir yolu, anadolu bulvarına girince biz de girdik trafiğe, kızımla gittik, yol gitmiyor, biteceği yok, yol yaptılar ama yollar gitmiyor nedense, chp kavşağını geçmiş bulundum, zor bela bir sonraki kavşaktan söğütözü yönüne çıktım, saraya yani, geçenlerde, epey oldu bir gitmiştim ve en az on vinçin hala harıl harıl çalıştıklarını yazmıştım, saray demirlerinin içinde, oraya yapılan şey ne bilmiyorum ama saraydan büyük diyebilirim, birde amerika elçilik binası için yine aoç den toprak verilmiş, satılmış amerikaya, bugün düştü facebooka, bu ülke bizim malımız diyor yani amerika açıktan açığa, sömürgemizsiniz diyor, daha açık nasıl söyleyebilirler ki bunu, hele ki aoç’den, amerikaya verilecek bir karış toprağımız yok bizim, gitsin nereye yapıyorlarsa yapsınlar elçiliklerini, aoç nin dışında, yol boyu hiçbir yerde polis yok sarayın bütün etrafı polis ve polis otosu kaynıyor, sanki başka bir alem, sarayı geçince, sarayın hemen dışında eskiden kalma bir Atatürk heykeli var, yanında insanlarla, dönercilere inilen yolun tam karşısında, heykelin altında tarımcı Atatürk yazıyor, tayyip için böylesi bir tanımlama kullanamayacağımız artık malumumuz.

Eski hayvanat bahçesini, dinazor heykelini geçtim, gideceğim yeri tam bilmediğimden dümdüz demete kadar gidip geri U çektim, ankara konağı yoluna gireceğim ilk ışıklardan, önümde iki araba var dönmek için ama bir türlü ilerlemiyorlar ki döneyim, ışık yanıyor sönüyor yanıyor sönüyor değişen bir şey yok, bekliyoruz, ne oldu anlamadım, sonunda ardına kadar bastım kornaya, baktım arkamdan basan basana, herkes biri kornaya bassın diye bekliyormuş meğerse, kornaya ilk basacak biri lazım anlaşılan bu memlekette, gerisi gelecek, Allahın da izniyle, her şey bir kornaya bakıyor, herkeste bir korku var ama, ilk basma korkusu, bir korku imparatorluğunu kurmayı başardıkları kesin, düz yolda kornaya basmaya korkar olmuş insanlar, yine de ilk kornadan sonrası kolay, güvenin bana, ankara konağına girdik, girişte Atatürk’ü anımsatan yazılar var, nişanın ilk oyun faslından sonra damat tarafı karslı, azeri türkü’ymüş, hoş gelişler ola Mustafa Kemal paşa, askerin, milletin bayrağınla çok yaşa ile başlattılar kendi yerel müziklerini, yeni nişanlı çift oynadı bu türküde sadece, içimizden söküp atabileceklerini sanıyorlarsa Atatürk sevgisini, coşkusunu, bunda çok yanılıyorlar, bir gider bin geliriz, bir nişandan bile siyaset çıkardım, hayat siyasi, ben ne yapayım.

***Dün akp nin kuruluş kutlamaları varmış sincanda, tam o saatte, 6’da, benim gittiğim yön de o yön sayılabilir, belki ondandır dünkü trafik ama ankaranın normal hali de bu şekilde artık, neyse ki trafikte çok kalmak için bir nedenim olmuyor, evimi daha çok seviyorum.

***Şeker, yani mısır şurubu ve benim sağlık durumumun seyri hakkında da ilginç gelişmeler olacakmış gibi görünüyor, netleşince yazacağım. Benden önce yine hastaneye dönelim aslında, hastanedeki çocukların çoğunluğu kızdı, bu meret, mısır şurubu denen şey kızlarda, kadınlarda etkili, kadınlık hormonlarımız, hormon çokluğumuz sebebiyle, belkide kadınların, kızların eşcinsellik bazında bile etkili, kızım saçını kısa kestirmeyi o dönem istedi mesela, hastanede gördüklerimi zaten yazmıştım, oğlumda da vardı karaciğer hasarı, belkide çok daha fazla, ama o sivilce ile atlattı meseleyi, kızlarda, kadınlarda dolayısıyla ilk vurduğu yer adetler, adet zorlukları, düzensizlikleri, kızım her adetinde acı su kusar, sancı çeker, acı çekerdi, ve ağır geçerdi, şimdi, yani 3 aydır hiçbiri yok, acısız, sızısız atlatıyor, ben de zamanında miyomdan dolayı çok çektim bunları, adet sancılarını, bir iki yıl önce adetim bitti rahata erdim derken iki ay önce yine oldu, kızımla birlikte mısır şurubunu yemeyi kestikten bir ay sonrasında, veya o ara gittiğim doktor bende iltihap olduğunu söylemişti, iltihap için içtiğim ilacın hemen ardından oldu, iki nedenden de olabilir, veya olacağı vardı, oldu, bilemem, yine ağır geçti, bitti, aradan yine iki ay geçti, geçen hafta cumartesi günü, bende bir bel ağrısı, yerimde duramıyorum, bir gün boyunca kıvrım kıvrım kıvrandım, şimdiye kadar atlattığım onca ağrıya rağmen hiç ağrı kesici almamış olan ben ağrı kesici aldım, döne döne ağrı kesici aradım, ikinci gün ama, çekeceğimi çektikten sonra, hemen randevu aldım, pazartesi nişanı aradan çıkardım, salı günü de ilk iş kadın doğum doktoruna gittim, bu arada aile hekimliğinde yine idrar tahlili yaptırdım geçen hafta ve yine iltihap vardı, 40, yüksekmiş, normali 5-10 aralığıymış, önce gittiğim doktor ilaç bittikten sonra yaptırmamı söylemişti, ancak yaptırabildim, peşine kadın doğum doktoru da iltihap olduğunu söyledi, bir fitil verdi, kullandıktan, bittikten sonra yine gidecekmişim, miyom falan varmış hala, bela işler, hiç sevmiyorum, zorum olmasa önlerinden geçmem de, zorum var, ama bu idrar tahlilini yaptırmak lazım, lazımmış, bir zorluğu da yok, özellikle kadınların, ben şehirde ama köy kafasında yaşadığım için on senedir uğramamışım oralara, gitsen bir dert, gitmesen başka bir dert.

Hani bir bahsetmiştim, bir gece kalbimde bir ağrı olduğunu ve o ağrının hafiften devam ettiğini, iltihap için ilk ilacı içtikten sonra, önce kullandığım ilacı, yani iki aydır o ağrı yok, geceleri sol tarafıma yatamıyordum, ağrı oluyordu, o da geçti, büyük ihtimalle bende kalp kapakçığı iltihabı da varmış, o gitti, hastalık hastası olup çıkacağım bu gidişle, sakınan göze çöp batar, çok sakındığım da yok aslında ya, ne bileyim işte, öyle veya böyle Allaha emanet yaşıyoruz işte, çok incesini kurcalamadan. İltihap deyip geçmemek lazım, önemli, imiş. Bende ne varsa önemlidir zaten, gerisi önemsiz.

Böyle dan dan anlatılmıyor tabi kadınlık halleri, biz varız ama yokuz, hem varız yokuz, gerektiği kadar varız gerekmediği yerde yokuz, hal böyle olduğu için anlatılmıyor da ben biraz odun kafalı olduğum için kafam basmıyor, bu kadar inceden düşünemiyorum meseleleri, sorun buradan kaynaklanıyor, bizim hallerimiz sır olmalı, sır olarak kalmalı, erkekler kadın doğum doktoru olabilirler, karşına piyangodan erkek doktor çıkabilir, bu senin için sorun olmaz ama kadınlar kendilerini anlatamazlar, yasak, görünmez yasaklar, çokta tın anlatılmayışı, anlattım, anlatıyorum işte, kime ne, bana dünya düz, size yuvarlaksa o sizin sorununuz, bende böyle.

Hem bir bilgi de vermem gerekiyor burada, isteyen kulağını, isteyen gözünü kapasın, yazacağım, o bölgeyle ilgili çok hijyenik olmamak gerekliymiş, özellikle iç kısımda kullanılan temizleyiciler, yıkayıcı sabunlar doğal korunmasını kırarmış, bu yüzden iç kısmı temizleyici maddelerle temizlenmemeli, sadece su ile temizlenmeliymiş, bunları bilmediğimimizde bu işler geliyor işte başımıza, bu anlattığım şey çok abes değil, öyle olduğunu düşünüyorsanız anlatayım, bunu sağlık dersinde öğretmeni anlatmış kızımın sınıfında, erkekler de var mıydı dedim kızıma, evet dedi, bana biraz abartılı geldi bu anlatım biçimi, ama ben yazarım, o ayrı, sonra ısrarla kızıma o bilginin yanlış olduğunu, hijyenin şart olduğunu baskıladım kızıma, ama gel gör ki bükemediğin eli öpermişsin, gerçekten kaçılamıyor, bir yerde enseliyor seni.

***Oğlumun avrupa tatili kısa sürdü, geri geldi, 5. gün, kurdeşen olmuş, ciltte kırmızı, kaşıntılı dökülme, yeme, içme, barınma, güneş, her sebeple olmuş olabilir ama bana kalırsa yorgunluktan olmuş, avrupayı düz bulmuş günde 15 km yürümüş, otobüs güzergahlarını öğrenmekten daha kolay gelmiş yürümek, başlamışken hızını alamamış olmalı, birdenbire o kadar yorgunluk fazla gelmiş olmalı, roma, venedik, viyana falan gezmiş, çekoslavakyadan geri dönmüş, daha gezsem çok farklı bir şey olmayacaktı, hepsi birbirinin aynı, anlatıp anlatıp gözümüzde büyütüyorlar, bir daha ülkemin dışına çıkmam dedi, birazda yalnız canı sıkılmış, dedim anlamadı, yalnız gitme diye, şimdi bol bol uyuyor, yorulmuş belli ki.

***Ankaraya verilen kızılırmak suyunda arsenik ve kadminyum bulunmaktaymış, ayrıca geçtiği yerlerde kanalizasyonlar kızılırmağa dökülmekteymiş, su açısından geleceğimiz pek parlak değil, kansere, mesane ve akciğer kanserlerine sebep olmaktaymış kızılırmak suyu, kurşun var mı diye bakayım derken arsenik ve kadminyumla karşılaştım.

***Yine tiroid bahsi geçti osman müftüoğlunda, psikolojik olmadığını söyledi bu defa, net olarak, geçen süre içinde buna emin olmuş, kalp, beyin ve bağırsak mitokondrileri hipertiroidde hızlı hipotiroidde yavaş çalışıyorlarmış, sebebini söylemedi, ben söyleyeyim, mısır şurubu yüzünden, çılgına çeviriyor mitokondrileri, sapıttırıyor, kan şekeri 90-95 arası olmalıymış, ne düşük ne yüksek, benimki 93, tam ortalamışım yani, vücudun şekere de ihtiyacı varmış ve bu ihtiyaç ekşi mayalı ekmeklerle, az şekerli meyvelerle karşılanmalıymış, kandaki şekeri çok hızlı oynatmadan yani.

***Akıntı nereye ben oraya, bu seferde bir arkadaşın peşine takılıp kaşa geldim, burada bir ev tutmuş, yarı ticaret yarı ziyaret yapıyordu, yakın arkadaşım, yaz başından beri gel, gel, gel diyor, ha bugün ha yarın derken ancak gelebildik, kaştayız ama kaşın en güzel yerindeyiz desem yalan olmaz, çukurbağ yarımadasının tam ucunda, ki 3-5 km’lik bir yarımada burası, yunan meis adasıyla neredeyse burun burunayız, elimi uzatsan yakalayağım kadar yakınmış gibi meis adası, 200 metre ha var ha yok aramızda, gözle kestirebildiğim kadarıyla, ve karada değil de sanki denizin orta yerinde gibiyiz, müthiş bir yer, balkondan görebildiğim ön manzra 180′ tamamıyle deniz, ben artık beach volley, beach volley diye bağırılan gürültülü 5 yıldız tatillerini sevmiyorum, ve tıka basa doyulan, istesem 3-5 gün param oraya da yeter, ama istemiyorum, yabancıların arasında yabancı kalmak değil kendi milletimle beraber olmak ta istiyorum, türk turizminin yaşandığı yerler kat be kat daha güzel bana kalırsa, kaş gibi, biz zaten genelde 3-5 güne kalmadan sıkılırız tatilden, özellikle 5 yıldızlılarda, bakalım bu defa nasıl olacak, güzel beahler varmış yakınlarda, bugün bakarız artık.

Gelirken rahat geldik, antalya yolundan fethiye tarafına döndük, bir sonraki kaş dönüşünü hatalı yapmış, demre tarafına, kaş-demre yoluna gimişiz, dağlık bir yol, artvinin yollarını hiç aratmadı, epey bir korkunçtu yani, tam dağı aştık derken yola taş düşmüş, geldi bizi buldu, portakal büyüklüğünde, lastiği patlattı, lastik somunlarının dışı kaplamaymış, onları açamadılar oğullarım, 2 saat lastikçi bekledik, gömüce köyünde, lastikçinin gelmesine yakın köyden becerikli biri çıktı, o yaptı lastikleri, kaplamaları penseyle söktü, ama iyi ter attı, köyden on kişi birikti arabanın etrafında, yarısı erkek, yapan adam verdiğimiz parayı bile kabul etmedi, dua da lazım dedi bize, demreden kaynanasının evine ziyarete gelen 3. doğumuna on gün kalmış, seracılık yapıyorlarmış demrede, salkım domates yetiştiriyorlamış, hiç tereddütsüz lastik yapılmazsa bizi evinde misafir edeceğini söyledi, 4 kişiyi, kurban olurum ben memleketimin insanlarına, insanlığına, yeryüzünde başkaca böyle bir millet var mıdır acaba, ne kadar şanslı bir coğrafyada doğmuşuz.

Geldiğimiz yollarda hep doğa katliamı yapılmış, nereye baksanız tepelerin üstü kel bırakılmış, mermer ocakları, maden ocakları, taş ocakları izlerini bırakmış doğaya, bütün manzara keyfiniz kaçıyor.

***Kaputaş plajına gittik, ilk gün, fethiye yönünde kaşa 20 km uzaklıkta, beş katlı apartman yüksekliğinde, yani düşüklüğünde bir plaj, yol bayağı bir yukarıda kalıyor, kum sayılır, tam kum değil, ince taş, gidince tanıdım, kızım bebekken gitmiştik, yani 15 yıl önce, beni güneş çarpmış, merdiveni çıkmakta zorlanmıştım, zar zor hatırladım, şimdi o zamankinden çok daha keyifli geçiyor tatil, yarın da demre tarafına gideceğiz, yemek sıkıntı, ağzımıza  pek uymadı yemekler, kahvaltılar güzel ama. 

***İkinci gün, pazar akşamı geldik, bugün salı, acemiliğimiz çıktı, arkadaşım evi bize reslim etti, ankaraya gitti, işi barmış, burada yalnızız, günlük rutin belli oldu gibi, saat onda cuma pazarının yannda, çarşıda, bi lokma da kahvaltı, bahçede, iki kişilik, bize yetiyor, 60 tl, ardından deniz, saat iki gibi yine çarşıda yemek, öznazillide, 80-100 tl, ama o parayı hak ediyor yemekleri, diğer lokantaları pek beğenmedik, eniştenin yeri, seçkin, kıymayı kesip döner diye getiriyorlar, çıkışta öznazillinin biraz aşağısında maraş dondurması, pastaneden, mısır şurupsuzdur inşallah, tanesi 5 tl den 20 tl, ardından evde dinlenme, duş, akşam yine büyük olasılıkla öznazilli takılmaca, şehirde akşam turu, uyku, sıkılana kadar devam, şimdilik sıkılan yok gibi, dün haşlanmış mısır yiyelim dedik, burada da şekerli, yemedik, bir tane aldık, tadına bakmak için, ama incirler nefis, kokulu kokulu, manavı da ziyaret ettik tabi ki, bugün önce hidayet koyuna gittik, çok doluydu, dım tıs dım tıs, parasına güvenenlerin yeriymiş, parasına güvenen çok demek ki, yesinler hamburgeri patatesi görürüm sonra onları, hamburger patates demek trans yağ demek, margarin yemiyorum diye trans yağdan kurtulamıyorsunuz yani, osman müftüoğlu söyledi, oradan çıkıp inceboğaza gittik, bomboştu, parasına güvenemeyenler az demek ki, orada girdik denize, kaputaştan daha sıcaktı deniz suyu, ve daha esintili, kaputaşta esinti yok, alçakta olduğu için olmalı, terletiyor, ve o merdiven her gün çekilmez, akıl işi değil, deniz tertemiz, ama her yer çakıl, kaputaşınki ince, gerisi akçagerme, inceboğaz, hidayet hepsi çakıl taşı.

***Bugün ilk fireyi verdik, kaçınılmaz gidişat, cilt hasar ve yanıkları sebebiyle ikiden sonra gittik denize, baktık sonu iyi olmayacak biraz es verdik kendimize, evde kahvaltımızı ettik, öğlene de bir makarna pişirdim, bol domates ve peynirli, oldu bitti, her gün sabah akşam aynı şeyler sıkıyor insanı, alışkın olmayınca, hem hazıra dağ dayanmazmış, gıda da bedava değil sonuçta, o bile yeterince külfetli, manava bile girsen bir dolu para gidiyor, hem paralar ne kadar erken biterse dönüş düdüğü o kadar erken çalar, tatil paramız 5 bin. zorlasan 7 bin, ne hızda bitireceğin sana kalmış, minareyi çalan kılıfını hazırlar da bu tatil işi bayağı bir pahalıya patlıyor adama, gelirken güneş koruyucu al, (ki yves rocher aldım, daima doğal olandan yana ben ve vücudum, ki normal kullanımım daima body shop, şampuanından kremime hepsi body shop,) acımaya başlayınca güneş sonrası kremi al, aldım, piz bıin marka, 41 lira, alırken içime oturdu, kullandım daha çok oturdu çünkü bir işe yaramadı, en iyisi eczaneden yanık kremi almakmış, hata ettim, bugün de yine çukurbağdaki, kaldığımız yarımada, halk plajına gittik, baktık orası da dolu, ama gittiğimizde hidayet koyu daha doluydu, yine inceboğaza gittik, orası banko boş, bayağı bayağı boş, tam biz insandan kaçanlar için, inceboğaz, hidayet koyu, halk plajı hepsi çukurbağ yarımadasında, ve hepsi çakıl taşı, ayaklar haşat durumda, aldığım deniz terlikleri de işe yaradı sayılmaz, giymesi, çıkarması dert, alırken ayakların şişmesi ihtimalini de göz önünde bulundurmak gerekirmiş, ayaklarım şişiyor sıcaktan, varisler genişliyor,bir zamanlar hangi akla uyduysam saunaya girmişim, bir çok kez, o etkilemiş beni herhalde, oğlumun aklı patarada kaldı, kummuş orası, beni kafaya alsa hemen gidecek te, aşama aşama, acelesi yok, 60 km, hiç gidip gelemem, giderken uğrarız ancak, öyle olur, hala sıcak burası, her yer açık uyuyoruz ve üstümüzde örtü bile yok, yine de zor uyuyoruz, halbuki gelirken kızım kış geldi biz tatile gidiyoruz demişti, ankarada akşamları pencereler tümüyle kapanmıştı gelmeden, iyi ki daha erken gelmemişiz, klima da yok evde, haşat olurduk herhalde, klima olsa o da başka dert, hep hasta olurum klimadan, neyse ki ev pupa yelken, bir esti mi alıp götürüyor her şeyi, geminin ön kısmı gibi evin konumu, gibisi fazla denizin ortasındayız zaten, bodrum evleri gibi ev, altta iki kat bir daire, üstte iki kat bir daire, aynı sistem, mısır alıp pişirdim manavdan, o da şekerli, mısırı mısırlıktan çıkardılar mısır mısır olup patlayasıcalar. Doğal, yerel ürün bulmak şansınız yok gibi, ankarada hangi marketler varsa burada da onlar var, oradaki market raflarında neler varsa burada da onlar var, karfursa, kipa, migros, bim, gelmişken doğal, yerel şeyler yemek istiyorum ama öyle bir şans yok demek ki.

*Varisleri anlattı bir doktor, varisi etkileyen sıcakta kalmak ve ayakta kalmakmış, ömrüm ayakta geçti, ve geçiyor, buna yapılabilecek pek bir şey yok, kader diyelim, ben kaderime razıyım, bu kaderime en azından, ama sıcak için banyo suyunu çok sıcak tutmamayı ve banyodan çıkarken yüzüme ve bacaklarıma soğuk su tutmayı yapabilirim, önlem olarak, denizde de genelde denizin içinde kaldım zaten, çok sıcaklanmamak için.

***Dün arkadaşım geri geldi, biz limanın, şehrin ön yüzünü gezmiştik kaç gündür, arka sokaklarına götürdü, hediyelik eşyacılar var, barlar var, onlar el ayak çekildikten sonra faaliyete geçiyorlarmış, biz o saatte uyuyor oluyoruz. en azından uyumaya çalışıyoruz, limanın öbür tarafı, oraya da gitmemiştik, kıyı boyu küçük oteller var, orası da güzel, çakıldan sıkıldı oğlum, bugün önce pataraya, oradan fethiyeye geçeceğiz, biraz da orada kalırız, daha ne kadar kalırız bilmiyorum, 3-5 gün daha herhalde, paralar suyunu çekene kadar yani, birde gece uyuyabilsek adam gibi, adam sersem sepeleğe dönüyor uykusuzluktan, neyse, orada klima buluruz en azından, hasta olmazsam tabi. Burada deniz çakıl olunca sporlara yönelmişler, dalış, yamaç paraşütü falan, üst tepeden gündüz birkaç kez atlıyorlar paraşütçüler, altışarlı gruplar halinde, limana iniyorlarmış.

***Ölüdenize geldik, pataraya giriş paralıymış, kişi başı 15, nereye adım atsan para zaten, girmedik, ölüdenizde de ayrı bir yer var oraya giriş arabaya 25 lira, orası esas ölüdeniz kısmı olmalı, etrafı doğal olarak kapalı, liman gibi, genel sahilde şezlong 15, şemsiye 15, kullanmazsan zorlamıyorlar ama, kaşta da o civardaydı fiyatlar,  biraz daha az, ölüdeniz bayağı bir canlı, kaş babaanneyse ölüdeniz ergen, çok hareketli bir yer, ve çok dolu, kocaman bür otel gibi, antalya mantalya halt etmiş ölüdenizin yanında, çok yabancı var, sanırım geneli ingiliz, bizim kadar, bizim kadar dersem yanlış bir cümle olur, çünkü hiç görmedim, bizim gibi sigara ve telefon bağımlısı değiller gördüğüm kadarıyla, biz niye böylesine bağımlıyız her şeye, kıyıda görüyorum, bir yaşında bile olmayan bebeklerin eline telefon vermiş keyif yapıyorlar, ve yabancıların çocukları hep sıska, bizim erişkin kızlarımız annelerinin iki katı, enine boyuna, çocuk irisi, gdo lu, mısır şuruplu, hormonlu cinsinden, gün boyunca 40-50 yamaç paraşütü var havada, ayn anda, devamlı iniş yapıyorlar kıyıya, bir günde binlerce paraşüt, havadan para yağıyor, 250 tl, iki bin metreden iniyorlarmış, 30 dakika sürüyor bir tur, kaştaki 600 metreymiş, 2-3 km lik kıyı şeridi boydan boya sahil, alan geniş olunca kıyıdaki kişi sayısı da göze batmıyor pek, ve kum, kaş kadar nemli değil hava, sıcak ve bunaltıcı değil, burada evsel yerleşim yok, sadece ticari yerleşim var, yani oteller, moteller vs, apart dahi yok denebilir, apartlar ovacıkta, 4 km, oralarda kalanlar dolmuşla gelip gidiyorlar, burada da her keseye göre kalınabilecek yerler var, dört yıldızlı oteller de var, biz 4 kişilik bir oda tuttuk, günlük 250 tl, kahvaltı dahil, neyse ki kliması var, artık uyuyabiliyoruz, gün içinde de yemekler çok pahalı ve döner, kebap dışında bür şey bulmak çok zor, kimsenin yemek derdi değil, bizden başka, bugün fethiyeye gidip orada yemek yedik mesela, 12 km, böyle işte, 4 gece sonra döneceğiz, paranın sonu o zaman gelecek.

Hani lastiğimiz patladığında bir köyde durmuştuk, o köyde kadınlar kendi aralarında konuşurlarken hep birilerinden, birbirlerinden bahsederken şunda miyom, onda kist, bunda meme kanseri lafları geçti, salkım domates seracılığı yaptıklarını söylemiştim yazdığımda, tohumdan değil fide halinde alarak büyütüyorlarmış domatesi, bildiğimiz, söylenen bunlarda hormon kullanıldığı, olduğu, bizi bile etkileyen o hormonların domates üreticisi kadınları daha çok etkileyeceği aşikar, duyduğum sonuç ta onu gösteriyor zaten.

***Bugün de fethiyeye gittik yemek için, carfursanın karşısındaki gar lokantasından 3 mmm migros yanında, babadağ köftecisinin karşısındaki sahil lokantası daha bol kepçe, daha bol çeşit var, fiyat aynı. Fethiyede avm de var, erasta adı, çok büyük değil avm ama fethiye bayağı büyük bir şehir.

Öğleden sonra da şu paralı dediğim belediyenin ölüdeniz kısmına gittik, araç girişi 25 lira, girince ilk iş adamın biri yanınıza geliyor, iki şezlong bir şemsiye 45 lira diyor, para pul olmuş buralarda, hepsi haraç çetesi, almazsanız itiraz etmiyorlar neyse ki, girdik, ucu bucağı yok, insanlar neredeyse üstüste, para basıyor belediye, belediye değil de orman bakanlığı herhalde, beş kuruşluk yatırım yok, ayak bastı parası, ölüdeniz olan tarafinda insan kaynıyor, ovacık ve civarındakiler oraya yönlendiriliyor olmalı, oysa ki diğer kalan sahil belediyenin ve ne giriş parası var ne de kullanmazsan şezlong parası, ve deniz çok pis, para verilip girilen yerin iç kısımda, biz çok uzağında bir yere gittik, ölüdeniz olmayan tarafta, orada girdik denize, ama dalga var, ölüdenize geldiğimizin ikinci günü öğleden sonra başladı, eylül geliyor toparlanın diyor bize, kaç kere alıp alıp attı beni, feleğimi şaşırttı, kolum morarmış o esnada, çocuklarımın denizden çıktığı yok ama, bütün gün kuduruyorlar, hala çocuk gibi hepsi, birbirlerine su atıyorlar, yarışıyorlar, kumdan kale yapıyorlar, oğlum denizden kayaları çıkarıp, yerinden söküp, sahile bırakmayı çok sever, koca koca kayalar, azıp duruyorlar, fabrika ayarlarına geri döndüler, çocukluk günlerine, 23, 21, 16 yaşındalar ama bebek gibiler, en çok uğraşmaya bayıldıkları benim tabi ki, beni kızdırmak çok hoşlarına gidiyor, bir sağdan bir soldan beni sıkıştırıyorlar.

***Aynı gün bir anda sıkılıverdim, öğlen gibi, soyun, giyin, denize git, bir daha soyun, giyin, yemek yemek için fethiyeye git, akşam için yine yemek yeri ara, kötü kötü yemeklere yüzer lira para tosla, evde pişirmediğim pilav burada olmuş karaborsa, pirincin kilosu 5 lira, lokantada bir küçücük tabağı 5 lira, bir anda gözüme büyüdü, oylamaya sundum, herkes kabul oyu verdi ve döndük, 5 gece kalmayı planlıyorduk fethiyede, 3 gece bize yetti, sadece  burdurun içinde benzin almak için durduk, durmuşken bir de yemek yedik, burdur şişi, o kadar, hep yol aldık, akşam dokuzda evdeydik, insanın evi gibisi yok, günlerdir kötü yataklarda, yastıklarda yatmaktan telef olmuşuz.

Bu nedenler de geçerli nedenler ama başka nedenler de var, o gün kızım adet oldu ve kustu, epeydir, son 3 aydır hiç kusmamıştı, oğlumun sivilceleri çıkmaya başladı, bütün bunlar bana gitme vakti geldi demeye yetti, ne bulduysak yedik tatilde hamd olsun, ceremeleri de bunlar işte, dondurmalar, bol yağlı yemekler, kızartmalar, Allah ne verdiyse yuttuk, hiç affetmedik, sonu bu oldu, ben de 2-3 kilo almışım, eve gelmekten, bir an önce eve gelmekten başka çare kalmamıştı, biraz daha o yemekleri yemeye devam etsek daha feci olabilirdi sonuç, bu durumda bir gün dahi fazladan kalıp o yemekleri yememeliydik, zaten gelecektik, ha iki gün önce ha iki gün sonra, ne fark eder.

Böylesi de yorucu oluyor, özellikle yemek arama kısmı, gezmesi güzel de, her şey dahil tatiller de sıkıcı, git denize gel otele, yok mu ikisinin arası, yok, ama bu defa yorucu geldi, seneye bir otele kapanırım herhalde, üç günse üç gün, beş günse beş gün, ne yapayım, macera aşkına paydos, ama aynı riskler otel için de mevcut, yeme içme riski, ve o dım tısı asla çekemem.

Belki de ev tutarım, belli olmaz, kuru fasulye pilava bile mum olduk oradayken, aç olan ne yemiyor ki, ölüdenizde, kaşta doyduk, ölüdenizde bulamadık yiyecek bir şey, ama bunda da şöyle bir sorun var, ev tutmakta yani, marketler aynı, markalar aynı ama yiyecek içerikleri farklı, aldığınız aynı marka suyun bile tadı orada bir değişik, peynirin, yoğurdun, hepsi kalitesiz, yenilir gibi değil, nasıl olsa tüketilir, gelip geçici insanlar diye her şeyin kötüsünü deniz kenarlarına gönderiyor olmalılar, ekmeği bile alışkın olduğunuz kalitede bulamıyorsunuz, aç kalırız biz orada.

Ben yokken neler olmuş, aşk skandalları, murat başoğlunun öpüştüğü kişi abisinin kızı, öz yeğeniymiş, yok artık, öğğğğ, vatan şaşmaz aşk skandalına kurban gitmiş, ben demiştim kadınlar yüzyılların intikamını alacak diye, her şakada bir gerçeklik payı vardır, şakası bir yana yazık olmuş, ihtirasları içeren bir güneş tutulması yaşadık 21 ağustosta, üstelik aslan burcunda, etkilerinin bu şekilde olması normal.

***Dün, tatilden geldiğimin ertesi günü, 29 ağustosta, kızılaya gittim, oğlum kilo almış, giysileri dar geliyormuş, ona giysi almak için gittik, büyük oğlum, yakında okulu başlayacak, süsleyeyim oğlumu, kendi başına bıraksan eline ne geçerse alıp geliyor, yarasın yaramasın, ne bilsin çocuk, boy büyümekle akıl da aynı oranda büyümüyor, alıp alıp geliyor massimo duttinin kalitesiz ama pahalı mallarını, iki gün sonrada giyecek bir şeyim yok diye başıma eşkiyor, takmış kafayı massimoya, gel massimo, git masimo, en iyisi en başından sıkı tutmak meseleyi, yoksa kabak yine benim başımda patlıyor, bir ayakkabı almıştı, hiç giymedi, rahat değilmiş, öylece duruyor, aldığı giysilerin de iki günde ağzı yüzü eğrildi,bir şeye benzemiyorlar, içi beni yakar dışı seni, mağazayı cilalamakla ürünler de cilalanmış olmuyor ne yazık ki, benim aldıklarım da hiç iyi çıkmadı massimodan, önceki sezon sonu 400 liraya palto almıştım, şimdi görseniz 20 yıldır giyilmiş gibi, giymiyorum artık, giyilecek gibi değil, aldığım pantolonları da öyle, hiç iyi durmuyor üstümde, dedemin pantolonu gibi, biçimsiz, küçük oğlum deri ceket  almıştı, giymeye korkuyor, en ufak bür darbede tahrip oluyormuş, başka bir mağazadan aldığımız deri ceketi yıllardır giyiyor en ufak bir tahribat yok üstünde, maviye götürdüm oğlumu, pantolonda yine en iyi mavi, kızılayda insan boyunda, belkide daha büyük harflerle güvenparkın ön tarafına 15 temmuz destanı yazmışlar, yan taraflarında o gün ölenlerin fotoları var, ertesi gün 30 ağustos, zafer bayramı ama onunla ilgili bir emare yok etrafta, o hesap bir gün dönecek elbet.

Kızılaydan sonra cepaya geçtik, alışverişin devamı için, bir ara oğullarım kentparka geçti, kızım da cepadaki markete, carfursaya poğaça almaya gitti, ben de oturuyorum cepada bir bankta, beklerim kızım gelmez, on dakika, yirmi dakika, telefon da yok yanında, meraklandım, kalktım gittim, bir baktım iki kasa çalışıyor, her iki kasada da on beş, yirmi kişi sıra bekliyor, kızım sıranın başına gelebilmiş anca, tepemin tası attı, bağırdım bir sürü, herkes mala bağlamış işi, mal mal bekliyorlar, bırak çek git elindekini, sanki bir şey, bağırdım da ne oldu, ben bağırdım ben işittim, kimsenin ne duyduğu ne de duymaya niyeti var bağırdığımı, bizde bu mallık olduktan sonra, mal olduk mal, bildiğin mal, koy önüne otu yesin, ne kimseye kışt diycen, ne cevap vericen, bildiğin mala bağladılar bizi.

Öyle bir psikoloji içindeki insanlar sanki herhangi bir şeye ses çıkarsan, karşı dursan asayişe, hatta doğrudan erdoğana laf ediyormuşsun tribine giriyorlar, ses çıkarma, sesini çıkarma, her şey yolunda, adamın biri, müşterinin biri beni susturmaya, bana engel olmaya çalıştı o esnada, hayret bir şey, bundan böyle her cepaya gidişimde carfursayı kontrol edicem, eğer yine öyle bir durum varsa provake edeceğim, inadına, insanların zamanından çalmaya ne hakları var, koyamıyorsan iki kasiyer daha kapat git, 1980’lerde miyiz, veya gimsa mı orası, gimsa bile daha hızlı işliyordur.

***Tatilde 2-3 kilo almışım demiştim, bıgün, bu sabah itibariyle hepsi gitti, pazartesi akşamı geldik, şu an cuma sabahı, dördüncü gün, siz kilo dediğime bakmayın, kilo değildi, bildiğin su, su tutmuştu vücudum, yediğim beyaz ekmekler, pilavlar sayesinde, 3 günde geri bıraktı idrarla, bir haftada kilo mu alınır yoksa, bir haftada alınıp 3 günde mi verilir, yorgunluğum daha yeni çıkıyor, dün bütün gün hareketsiz kaldım, yan geldim yattım, bugün iş başına geçmek lazım, işler beni bekler.

***Bir şeyi atlamışım, eksik kalmasın, bu paslaşma hepimiz için gerekli, kızımın hastalığının başlangıcında, ki buna hastalık bile denemez, bu bir durum, sinirlerinin bozulduğunu, sebepsiz ağlama krizlerine girdiğini yazmıştım, zaten genel olarak böyle bir bilgi var tiroit ve haşimato için, orada, tatildeyken, dondurmaları yemeye başladıktan sonra kızım her şeyle inatlaşmaya başladı, normalde hiç inatlaşmayacağı şeylere inatlaştı, mesela, ayağımızı yıkıyalım diyorum, yıkamıyor, bunun gibi, küçük ama inatlaşma sonuçta, bir değil bir çok kez, toplamında yekun oluşturuyor, şimdi eve geldik bal, kaymak, hepsi bitti, anında etkisi altına alıyor yani mısır şurubu, ben tek örnekten yola çıkıyorum, siz bunu bütün topluma yayın bakalım neler oluyor, mısır şurubunun karaciğere etkisi zaten açık seçik, ve sanırım, bana göre, bağırsaklarda candida patlaması yapıyor, bunu bir yerden duymadım ancak candidaların şekerle, karbonhidratla beslendiğini biliyoruz zaten, bu candida patlaması da vücudu zıvanadan çıkarmaya yetiyor, bu zamanın en büyük savaşı candida savaşı olmalı, gün bıyu ve gece, özellikle sabaha doğru ağzınızda su birikiyor veya bol salya akıtıyorsanz bilin ki candidalar sizin de bağısaklarınzı ve dolayısıyla sizi esir almış durumdalar, ağız yaraları da öyle, zayıflık veya şişmanlık ta bir diğer belirti, ve tabi ki sinirlilik te, vara yoğa kızıyor musunuz, ya çevrenizdekiler?

O gün cepa da olan tepkisiz insanlar, mısır şurubunun uyuşturduğu beyinleri yüzünden mi tepkisizlerdi acaba, her şeye tek açıdan bakmamak lazım, hayatta uyuşturucu diye bir şey var şekerin de beyni uyuşturduğunu biliyoruz, şeker uyuşturuyorsa mısır şurubu hayda hayda uyuşturuyordur, dün bir şey alıyordum, üç adet aldım, tanesi 160 lira, birini faklı almışım, satıcı kız söylediği halde, halbuki üçünü de aynı almak için gitmiştim, beynim uyuşuk olduğu için mi değiştirmedim, tepki vermedim acaba?

Kızımda mı hata, değil, her çocuk gibi, herkes gibi, benim gibi, senin gibi dondurma yemek, dilediğinde bir meyve suyu içmek kızımın da hakkı, ben onun yaşındayken ve sonrasında nasıl yiyip içtiysem, mesele o dondurmaların, meyve sularının içeriğinde, yani mısır şurubunda, soner yalçın bugün “Kronik hastalıkları salgına dönüştüren nişasta bazlı şeker/mısır şurubu Fransa, Hollanda, Avusturya, İrlanda, İsveç, Yunanistan, Portekiz, Slovenya, Danimarka ve İngiltere’de yasak.” demiş, durum dünyada böyleyse bizde niye serbest?

Bugün de yedik dondurma, çiftlikte, yemeyecek miyiz?

Yediği şeyden mutlu olmak, bu dondurma veya başka bir şey, kızımın hakkı, benim de hakkım olduğu gibi, herkesin hakkı olduğu gibi, mesele olan onu, o yiyeceği sağlıksızlığından arındırabilmek ama görünen o ki bu yönetimdeki hükumetle bu iş zor olacak gibi, bizi ölüme mahkum ediyor akp.

Çiftlikte aoç kaşar peyniri aldım, 13 liraya, az sonra çağdaş markete geldim, 16 lira, tanede 3 lira kar iyi kar, nakliye farkı desem, çiftlik ve çayyolu çağdaş arası olsun olsun on km, bilemedin yirmi km, taşımacılığını ben mi yapsam çağdaşın, bal tutan parmağını yalıyor, niye patır patır her yere açıldığı belli oluyor çağdaş marketin, diğer marketlerde de faklı olduğunu sanmıyorum gerçi, iyi kazıklanıyoruz velhasılı.

Yaz başında ulus halden kiraz aldım, 8 liraya, nasıl güzel, çağdaşta onun kat kat kötüsü 20 liraya satılıyordu, devamlı gittiğim için çağdaşı örnek veriyorum ama onu karalamak için değil, hepsi öyle, hepsi bizi kazıklamanın derdinde. Bundan böyle kışlık, dondurulacak şeyler alacağım zaman ulus hale gideceğim, hem çok daha kaliteli hem çok çok daha ucuz her şey. Yakında domates için gideceğim mesela, salça, dondurmak için.

***Mina Urgan kitabında yaşamının geri kalan zamanında yeni kitaplar okuyup zamanını riske atmaktansa bildiği, daha önce okuduğu iyi kitapları yeniden okuduğunu yazmıştı, ben de bunu filmler için yapıyorum artık, kötü film izleme riskine karşılık izlediğim iyi filmleri tekrardan izliyorum, geçen gün hayat güzeldiri izledim, üçüncü veya dördüncü izleyişim olmalı, ikiden fazla olduğu kesin, ilk kez bu defa duygulanıp ağlamadım, sadece eğlendim, duygu kısmını aşmışım meselenin, dün de çok gürültülü ve çok yakını izledim, ben bu kadar duygu yüklü bir film izlemedim, herkesin bakış açısı farklı olabilir, oğlum çok beğenmedi mesela, ama benim için bir numara, duygu yoğunluğu açısından, yönetmeni stephan daldry, ve film belli ki bir yönetmen dehası, başka filmini izlemedim, var mı bilmiyorum, ama bir adaya götürülecek üç şey sorulsa bunu teke düşürür ve sadece stephan daldryi götürebilirim, veya senaristi, ortaya çıkan sonucun sebebi hangisi ise o, o nasıl bir insan, böylesi bir duygu yoğunluğu ve onu böylesine yansıtmak, geçirebilmek her baba yiğitin harcı değil.

***Şekerle ilgili çok ciddi kanıtlar var elimizde artık, giderek netleşen, şeker bağışıklığın canına okuyor, bağışıklığın içine her türlü fenalığı yapıyor, çünkü ne kadar çok şeker tüketirseniz o kadar çok insülin patlatıyorsunuz, me kadar çok insülin patlatırsanız sistemi o kadar toksinle yoğunlaştırıp boğuyorsunuz, şeker, 1-belleği bozduğu için, 2-bağışıklığı mahvettiği için, 3-obeziteye yol açtığı için, 4-damarları tıkadığı için, 5-kemikleri eritip kıkırdakları mahvettiği için, 6-bizi erken yaşlandırdığı, cildimizi kırıştırdığı için ve diğer benzer sebeplerle şekersiz hayat daha tatlı bunu unutmayalım, şeker uzun vadede zarar verir, osman müftüoğlu.

Alkolün hipoglisemi yaparak yeme davranışlarını bozduğunu biliyoruz, alkol karbonhidrat ve şeker istetir vücuda, alkol zararlı bir toksin, dikkatli olmak lazım, osman müftüoğlu, kızımın ilk hipertirodi çıktığında buna benzer davranışları olmuştu, yazmıştım, karbonhidrat ve şeker istiyordu sadece vücudu, bu durumda mısır şurubunun da benzer etkiyi gösterdiğini söyleyebiliriz, hala kızımın gözleri bir alkoliğin gözleri gibi dışarı fırlak, o alkolik gözünün nasıl bir göz olduğunu iyi bilirim ve kızımda da şu an, halen o göz var, ilk zamanlar konuşurken hatırlamakta, kelimeleri bir araya getirmekte zorlanıyor, hatta kekeliyordu, yine bir kronik alkolik gibi, kızım alkolik değil, hiç içki içmedi, ama bir alkolik semptomları gösterdi, bazılarını hala gösteriyor, mısır şurubu deyip dalgaya almayın sakın, ben burada boşu boşuna bağırmıyorum avaz avaz, bu işin peşini bırakmayacağım demiştim, bırakmadım, bırakmayacağım, ben var oldukça bu mesele gündemimde olacak.

***”Ömer Üründül ünlü bir spor yorumcusudur, bilgisine güvenilen ve sevilen bir insandır ama…
Köpekler aynı fikirde değil demek ki…
Ömer Üründül yaz aylarını Bodrum Gündoğan’da geçiriyor, sabah ve akşamları yürüyüş yaparak formunu koruyor, çok da iyi yapıyor.
Önceki gün Gündoğan yaya yolundaki yürüyüşü sırasında çevresini 3 iri köpek sardı. Köpekler genellikle sevimli hayvanlardır ama onlara güven olmaz, bazen ısırırlar!
Ömer Üründül’ü “Hırrr” diye tehdit ettiler.
Sokak köpekleri bunlar… Niye başı boş? Belediyeye sormak lâzım!
Ömer Üründül korkmadı… Keşke korkup kaçsaydı… Korkmadığı için, o azgın hayvanlardan birinin dişleri “hart diye” kalçasına geçti!
Kadim arkadaşı Kemal Ulusu, Ömer Üründül’ün yardımına koşup onu Bodrum Devlet Hastanesi’ne yetiştirdi. Kuduz aşısı yaptılar! Kocaman bir iğne!
Köpekler ne oldu? Başkalarını ısırmak üzere ortadan kayboldular!
Bodrum Belediye yetkilileri bu yazıyı bir ihbar kabul etsinler. Yoksa daha çok kişinin poposu ısırılacak!
Kemal Ulusu, Ömer Üründül’e sordu:
“Bir sıkıntın var mı?”
Üründül “Popomun üzerine oturamıyorum” dedi.
Geçmiş olsun diyoruz.”

Bu yazıyı bugün rahmi turan yazmış, bir köpek ısırması konusunda yazılabilecek en kibar, en nazik yazı olmalı herhalde, “köpeklere güven olmaz, bazen ısırırlar” cici köpekler, bir de ısırırlarmış, bak sen şu işe, sizi gidi siziler, hanimiş benim cici köpeklerim, dermişçesine bir yazı, daha nazik ve kibarları da çıkacaktır elbette bu gidişle, mesela ben yazmış olsam neler çıkardı ortaya bir düşünün, bu itleri besleyenin anasını avradını gibi mesela, çok yazdım, okuyanlar bilir, ben bir gazetecilik öğrencisiyken duyduğum ilk şeylerden biri, ‘bir köpeğin bir insanı ısırması haber değil, bir insanın bir insanı ısırması haberdir’ di, köpeklerin ısırması hala haber değeri taşıyor gördüğünüz gibi, çünkü köpekler cephesinde değişen bir şey yok, köpekler köpek olagelmeye devam ediyorlar, değişen insanlar cephesi, o köprülerin altından çok sular geçti o yıllardan beri, trendler değişti, insanların efendi sayıldığı günlerden itlerin efendi sayıldığı, insanın ite hizmet ettiği, kulluk ettiği, insanın itin hizmetçisi olduğu günlere gelindi, rahmi turan bu yazıyı böyle “kibarca” yazmamış olsa ona hır’layacak binlerce efendisi köpek olan var, o yüzden öyle yazmak zorunda o yazıyı, korku dağları bekler, işleri zor, ona dokunma, bunu incitme, yazıyorlar ama ortaya karışık, bu dünyada saygı gören, görmesi gereken iki şey kaldı, kedi, köpekler ve ibneler, onlara laf edenin çekeceği var, itlerin itten çok itten beter it sahibi var.

Geçen gün bir sorun mu var da bir kadın çıktı, sosyal medyada kedisine yemek yedirip senin ağzın yerim diye kedinin ağzını defalarca öptüğü bir video yayınlamış, o videodan bılmuşlar kadını, ki bana göre iğrenç, öğğğ, bildiğin kafayı sıyırmış, bu hareketin yüceltilip yükseltilecek nesini buldular onu da anlamadım, bu nasıl bir ahlaksızlık, bir kediyi ağzından öpmek, bunu bir örnek davranış olarak gören ve gördürmek isteyenlerin buradan yüzlerine tükürmeyi kendime bir borç bilirim, her şeyi bırak, hijnenik açıdan dahi iğrenç.

Ne kadar hayvan seversen o kadar insansın noktasına geldi dayandı iş, çocuğunu, eşini, insanları sevmişsin bir değeri yok, değerli olan kedi, köpek sevmek, insana ne kadar sevgisiz, saygısız, ilgisiz, ite, kedi, köpeğe ne kadar saygılı iseniz o kadar itibar görüyorsunuz bu devirde, insanların efendisi kediler ve köpekler, bu devir kedi köpeğe tapma, tapınma devri olma yolunda koşar adımlarla ilerliyor.

Kiralık aşk adlı dizide ibneyi oynayan zat tv 8 de yemek programı yapacakmış, tanıtım fragmanını gördüm, onun yaptığı işveyi, cilveyi, sexapeli benim diyen kadın yapamaz, yapar da, yapsa tefe koyarlar, ne orospuluğu kalır ne fahişeliği, ama ibme yapınca bir sorun yok, o ibne nasıl olsa, yapabilir, ona serbest, ibne oğlu ibneler, o yakın dudak çekimleri ile me kadar da çekici öyle, salyaları gözüküyor neredeyse, bir kere daha öğğğğ.

Ben bile burada okuyan iki kişi iken iki lafı bir araya getirene kadar akla karayı seçerken, kılı kırk yarmaya çalışır iken, kırıyorumdur mutlaka da, daha büyük potlar kırmamak için, herifin oğlundaki rahatlığa bak, ibne olmak varmış bu zamanda diyeceğim de, eksik olsun ibnelikleri, hayat güzeldirde guitonun dükkanına naziler köpekler ve yahudiler giremez yazmışlardı, ben de buraya yazıyorum, efendisi kedi köpek olanlar ile ibneler giremez diye. İsteyen kudurabilir, sorun yok, kudurmak serbest nasıl olsa.

 Arada konuşuyoruz oğlumla, biliyor bu tepkililiğimi, okulunda bayağı belirgin bir sayıda ibne nüfusu varmış, arada deşele onları diyorum, oooo, onların senden çok koruyanı var, sıkıyorsa yap diyor bana, biz bu akılla gidersek ortalık bu gidişle ibneden geçilmeyecek.

Aslında, aslına bakarsanız hepsinin altında bizi çökertme planları var, köpekle iletişim halinde olduğumuzda birbirimizle iletişimimiz kopacak, insanları gördükçe hayvanları daha çok seviyorum diyenlerin sayısını ne kadar arttırırlarsa bizi bizden, birlik olmaktan, dirlik olmaktan, akıllı olmaktan o denli uzaklaştıracaklar, bir toplum mühendisliği denen şey de bu olmalı, ibneliği de bundan çok farklı bir anlamda düşünmüyorum, bizi bizlikten çıkarmak, yok etmenin bir halkası, bir parçası, derdi olmayana dert türetmek, başka dertlere değil de olmayan dertlere düşürmek, düşündürtmek.

^Az önce eşine sevgi dedim, bunun farkındayım, şimdiye dek eşine sevgiyi değil sevgisizliği yazdığımın da farkındayım, hala aynı noktadayım, değişen bir şey yok, ancak bu demek değil ki 25 yıl boyunca sadece sevgisizliği yaşadık, çok çatıştık, çok çok kavgalar ettik, siz bakmayın öyle abarttığıma, ezildiysem bir o kadar olmasa da ezdiğim de olmuştur, ama sonuçta körü körüne, kör kütük geçirdiğim bir 25 yıl var ortada, bir köpek gibi itaatkar geçen, silip süpürmekten başka bir şey yapılmayan, düşünülmeyen, yani sevgisizlikten bahsetmek te bazen sevgidendir, öyle ki ben olmasam yaşayamaz herhalde diye düşünürdüm hep, hep demeyeyim de zaman zaman diyeyim, iş, güç, hayatı devam ettirme açısından yani, görüldüğü gibi yaşayabiliyormuş, onun için, çocukllarım için yaptığım fedakarlığı, çektiğim yorgunluğu yeryüzüne gelip yaşayan nadir insanlardan biriyimdir herhalde, o benim sınavımdı, ben onun nesiydim hiç bilmiyorum, onun da kendi çapında aldığı şeyler olmuştur eminim bütün bu yaşananlardan, biraz zor anlar da o anlamda yani, kıt kafalıdır, hem çok akıllıdır, kendi çapında, yani kurnaz, hem de bildiğin aptal, almadıysa da bundan sonrasında alacağına, o geçmişi çok yad edeceğine adım gibi eminim, kurnazlıkla varılabilecek son noktanın ancak ve ancak geldiği nokta olduğu gibi mesela, yani bensizlik.

Hala yeriyorum, farkındasınız değil mi, bu intikam bitmez, hala alacağım çok şey var onda, en büyük borçlum, onun canını al parasını alma, ve ben de söke söke alacağım, canını, büyük bir zevkle, ben alamazsam aldıracağım, üstelik bunun için, bunu yapmak için üç ayrı yolum var, ha onlar almış ha ben, benim için hiç fark etmez, bana ödenecek çok hesabı var onun, onu eşekten düşmüşe çevirmek, kedinin fareyle oynadığı gibi oynamak benim boynumun borcu, üstelik elimi suya sabuna değdirmeden, asla muhatap olmayacağım onunla, ve mümkün olursa ömrüm olduğunca o lanet olasıca yüzünü de görmeyeceğim, benden aldıklarını ona helal etmiyorum, asla.

Sakın ola ki benim için merak buyurmayın, benim hayat garanti, sırtım sağlam, o çalışsın ben yiyeyim, atlat ve eşekler meselesi, inat, intikam ayağına çıkar, yani para, iyi fikir bence de, ben işimi bilirim, dünyevi dertleri olmayınca işte böyle insanın havadan, karadan, sudan, yayladan, çölden, seraptan yazıp durur, yazıp durur işte, olan size oluyor garibim.

Be First to Comment

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *