Press "Enter" to skip to content

Kadın; 8 Mart, Mart’12

“Yemek pişirmek, çamaşır yıkamak, ev süpürmek gibi işler; kadının vazifesi değildir. Bunları yapıyorsa, eşine ve evladına İKRAMIDIR, HÜRMETİDİR.. Eğer yaptığı tüm bu işler için hakkını helal etmeyip, ücret isteseydi vermek zorunda kalacaktınız. O halde, sana böyle hürmet eden eşine TEŞEKKÜR et…”Hz. Muhammed(s.a.v)
Bu güzel bilgilerin, müjdelerin ışığında günümüz kutlu olsun;)))))
Doğru mudur ki?;)))
İnanası gelmiyor insanın.
Öyle alışmışız, alıştırılmışız, şartlanmışız ki bütün kadınlar olarak; bütün bunları tek taraflı taşımaya, sırtlanmaya;)))))
Yapılır elbette her iş; sağlıklıyken; o esnada. Ama ya yitip giderse sağlığınız? Kimi bulursunuz yanınızda? Giyinip soyunmak bile sizi yorarken, nefes nefese bırakırken bütün o işlerin hala size bakıyor, sizi bekliyor olması ne ile açıklanır? Ölümüne nikâhlısınız o işle; bunu açıkça görürsünüz.
Ölmeden kurtuluş yok; bilirsiniz. Sürünerekte olsa yapacak olan sizsiniz; asla bir başkası değil. O noktadan sonra o işler sizin ölümle dansınızdır; ölüm kalım savaşınız. Yapsanız her an ölümle biraz daha burun burunasınız; kalbiniz tekler; ‘yoruldum; yapma; bırak’ der; yapmasanız işler burnunuzun ucunda biriktikçe birikir; ?temizle beni? der gibi. Her ne şart altında olursa olsun hayatı devam ettirmek; var olma savaşı vermek zorundasınız; verirsinizde. Yapabildiğiniz kadar; asla ötesi değil. Her ne olacaksa olacaktır artık. 
Titrek, mecalsiz bacaklarınızla yapayalnız dolanırken oradan oraya hastane koridorlarında; o doktordan bu doktora; o tahlilden bu tahlile; sorarsınız kendinize ? ben ömrüm boyunca kimseye emek vermedim mi, neden yalnızım, neden yanımda biri yok; yaşadığım 40 yılın 20 yılında emek verdiğim, her günümü ona hizmet için geçirdiğim; onun için dört dolandığım erkek nerede, neden yanımda değil, bu yalnızlığı hak etmek için ne yaptım; hak ettiğim, elde edeceğim bu yalnızlık ise ben ne için onca yıl çaba gösterdim, kendimi paraladım?? diye.
İyi günde yatağınızda, sofranızda, evinizde; kötü günde hiçbir yerde.
Bir yandan dolanır; bir yandan sorgularsınız hayatı; hayatınızı. Sonra kendi sorunuzu kendiniz cevaplarsınız doğal olarak; hep olduğu gibi! ?Onun işi var.? Hep olduğu gibi. Onun ‘iş’ bahanesi var.
Evet, onun hep işi var; ama size gelince işi var; başkalarına gelince yok. Hısım, akrabalarının hasta ziyaretleri, götürüp getirmeleri, muhabbetleri hep olur ama ?siz nasıl olsa bir şekilde halledersiniz? düşüncesi yerleşmiştir nedense. Aslında ?halletseniz de, halletmeseniz de kimin umuru? dur bu; içten içe bilirsiniz elbette sonsuz yalnızlığınızı. Umursanmamak, umurunda olmamak; asıl acıtan bu; yalnız olmak, yalnız bırakılmak değil.
Yalnızlık atlatılabilir, geçiştirilebilir, yok sayılabilir ama ya umursanmamak? Bu öyle kolay değil.
Zihninizde bir kapı aralanır geçmişe; günde, ayda, yılda bir saat olsun gün ışığı göremediğiniz; kendinize bir saat olsun zaman ayıramadığınız, ?koştur Allah koştur?la geçen yıllarınıza döner; yâd edersiniz. ?Benim işim var? bahanelerinin arkasında saklanıldığı günlere bir, bir. Hatırlamak istemez; atarsınız o düşünceleri uzakta, ulaşamayacağınız bir yerlere. ?Hiç hatırlamamak en iyisi? diye geçirirsiniz içinizden. Öyle uzağınızdaki o günler, yaşananlar, yaşanmaması, bu şekilde yaşanmaması gerekenler. ?Hiç yerinden oynatılmamalı o taş? dersiniz.
Ama şu kadarını hatırlamakta bir mahsur görmezsiniz. ?Zaten o zaman bile demez miydiniz kendinize ?sağlığım yerinde ve ona bu denli hizmet veriyor iken bana böyle kötü davranan, aç, açık bırakanla yaşlı ve güçsüz olduğumda asla birlikte olmam; bana asıl o zaman nasıl kötü davranır kim bilir? diye.? Geçmişte taşıdığınız bu düşünceyi hatırlamak bir kez daha güçlü kılar sizi, haklılığınızı hatırlatır.  
Gün gelir, eski gücünüze, kuvvetinize yeniden kavuşursunuz. O saatten sonra bilirsiniz ki zamanınızı, emeğinizi ve gücünüzü hak etmeyenlere; size geri dönüşü olmayanlara harcamamalısınız. Tırnağınızı bile kıpırdatmamalısınız. Şu ?farkındalık? denen şey işte bu olmalı. Kendin için yaşamak!
?Umursanmıyor? olduğunu bilmenin ağırlığıyla yaşamak zorunda değilsiniz. Sizi umursamayanı sizde umursamamalısınız! Bu iş bu kadar basit.
Kadının anlaşması mı var Allah?la; hasta olmayacağına, ateşinin çıkmayacağına, yolda düşmeyeceğine, yardıma muhtaç hale gelmeyeceğine dair? Sen her gün çalış, çaba göster, herkesi doyur; bir gün düş; aç, yoksun kal. Neymiş; o yapamaz; erkek. Yapamaz değil, işine gelmez. Madem yapamaz yemeden yaşasın bakalım yaşanıyor mu? Erkek hasta olunca ‘kadın nasıl olsa evde’. Kadın hasta olunca ‘kim var evde?’. Hiç kimse. Onun  işi var. Sonra düzel, iyileş; seni aç, muhtaç bırakana hizmet etmeye devam et. Bu insana, kadına, insan olana reva mı? Kaldı ki o yük; bir evin yükü sağlıklı bir kadın için bile oldukça ağır.
*Yukardaki sözün; yazının kaynağı bana ait değil elbette. Facebook edebiyatında bolca yer alıyor; facebook meraklıları bilir; google?da ise arattığınızda bir, iki yerde karşınıza çıkıyor. Kopyalayıp yapıştırdım; aslı gibi; ben uydurmadım yani. Bir kelime ekleyip, bir kelime çıkarmadım da. Doğruluğunu; Hz. Muhammed?e ait olup olmadığını bilemem ama sözün anlam olarak doğruluğunu onaylıyorum. Zaten burada benim içim önemli olan bu sözün kimin tarafından söylendiğinden çok içerdiği anlam. Yaşar Nuri Öztürk her fırsatta tekrarlıyor zaten ortalıkta bir dolu yalan dolan hadisin dolaştığını. Bu olasılığın olduğunu anlamamak, bilmemek için aptal olmak lazım.
Üstüne üstlük Hz. Muhammed’in de günümüzde yaşanan bir kulun bu denli yüceltilip diğer kulun bu denli yerilmesine göz yumması; onaylaması beklenemez kanımca. Allah’ın kulları arasında ayrım yaptığı; birini diğerine üstün tuttuğu; kayırdığı; ezdirdiği; sapıkça bir düşünceden başka birşey olamaz. Sırf bu düşünceye olan merakımdan uzun zamandır Yaşar Nuri Öztürk’ü dinliyorum; ‘Allah biz kadınları gerçekten hor görüyor mu?’ diye. Allah’ın kadınlara karşı erkekler kadar acımasız, eziyet eden ve vurdumduymaz olup olmadığını merak ettim doğrusu. 
Buna dair hiçbir ibareye rastlamadım. Tam aksine Yaşar Nuri Öztürk her fırsatta onurlandırıyor, yüceltiyor kadınları. Onun ağzında Allah’ı duyuyor ve dinliyorum. Orada benim asıl duyduğum ve dinlediğim Allah’ın bu konuda ne düşünüp, nasıl davrandığı. Erkeği ve kadını dünyaya getirme onuru kadınlara verilmiş iken kadınların bu denli aşağılanıyor, hor görülüyor, zulüm görüyor olması her koşulda çok akılcı bir yaklaşım değil zaten. Eğer öyle birşey olmuş olsaydı bu Allah’la olan muhabbetimi, ona olan inanç, güven ve sevgimi etkilerdi hiç kuşkusuz. Söylendiği; bize kabul ettirilmeye çalışıldığı gibi çıkmadı; şükürler olsun. Sayfalarımda var Yaşar Nuri Öztürk; okuyabilirsiniz.
Bu hayatı paylaşmak konusunda kadınların erkeklere oranla çok daha fazla ezildikleri, sömürüldükleri, kullanıldıkları, pastadan ‘hak ettikleri’ dilimi alamadıkları görüşündeyim ki; bu görüşe bu yazıyı okumadan çok, çok önce varmıştım. Bundan daha acınası olan ise bir çok kadının bu durumun ayırdında bile olmayışı; zavallılığı. ‘Hiç’leştirilme yolunda seyirci kalmaları; haklarını arayacak zemin bulamamaları ve gözlerinin, basiretlerinin bağlı oluşu.
Allah kadına her ay kan kaybedecek, doğum yapacak, emzirecek narin bir vücut vermiş. Erkeğe ise her şeye dayanıklı bir vücut. Ne için? İnsan neslinin devamını sağlayan o narin vücutlu kadına yardımı dokunsun; onu sırtlasın, taşısın, ona hizmet etsin diye. Şimdi yapılan, olagelen ne? Kadın çocuğunun kölesi, kocasının kölesi, evinin, mutfağının, marketinin kölesi. Ağır işçi. Kadın yer paspası. Üstüne bas ve geç. Erkek ne; efendi. Meziyeti; hazırını yemek içmek ve ayak uzatıp kumandanın düğmelerine basmak olan kişi. Çocuklar büyüdüklerinde ise babalarının kopyala yapıştırı. Hep birlikte binin sırtına kadının; taşısın taşıyabildiği yere kadar. Düştüğü yerde başka bir eşek bulunur nasıl olsa.   
Aradan 20 yıl geçip karıları yorgunluktan annelerinin görüntüsüne erişince ise gözler radar gibi dışarıda. Kendileri canlı, diri; karıları hayat yorgunu. Canlı, diri bir karı gerek artık onlara.
Geçen gün bize göre komik ama aslında içinde acıyı barındıran bir şey oldu. Sonrasında gülüp dalgasını geçtik çocuklarımla kaç gün. Tam bu duruma örneklik.
3 gün önce kaza yaptım; trafik sayfasında yazdım ayrıntısını. Anlatacağım kaza değil burada. Kaza oldu; iki arabada haşat durumda; arabalardan inildi; bizim arabadan boy, boy 3 çocuğum ve ben. Çocuklarımın boyları 1.80, 1.70, 1.40; benim boyumsa 1.55. Diğer arabadan ise 5 erkek indi; 40?lı yaşlarda. Arabalarına baktılar öncelikle; sonrasında bütün ilgileri bana doğru yöneldi. Arabalar, kaza unutuldu; olayın merkezine ben yerleştim adeta. Hepsinin gözleri benim üstümde. ?Çocuklarınız mı? gibi bir soru soruldu; doğruladım; söz yankılandı arkasından; çocuklarıymış; çocuklarıymış.
Aradan 5 dakika geçmeden bir tanesi 18 yaşındaki büyük oğluma sordu benim yanımda; ?senin de mi annen?? Oğlumda evet?ledi. Bu arada bütün gözler benim üstümde; bir ilgi, bir alaka. Hepsi çok kibar, nazik; cennette gibi. Birde karılarıyla görmek lazım;))) Karılarına olan davranışlarını yani. Bende de vardı bir zamanlar öyle bir koca; iyi bilirim. Sütten ağzı yanığa düştüler; haberleri yok;)))) Hep dışarıda olan; ulaşılamayan kıymetli; evdeki köle değil. Bu benim içinde geçerli bir kural; asla istisna değilim. 20 yıl o kadınlar gibi; o kadınlarla aynı şartlar altında yaşadım; nasıl bilmeyeyim?
Tutanaklar tutuldu; çekiciler geldi derken aradan bir, iki saat geçti; ilgide bir azalma, düşme payı yok. Nazikler ya; bizi eve bırakmayı teklif ettiler; eee, kırmadım artık; eve bıraktılar; sağ olsunlar; bir tanesi ben binmeden önce benim için sormuş kızıma; kızım küçük ya ağzından laf alacaklar; ?akrabanız mı?? Abiler, baba sorulmuş; bütün ayrıntılı bilgi alınınca kani olmuşlar sanırım. O üç çocuğun annesi olmamı bana konduramadılar bir türlü. ?Yok, teyzeleriyim aslında? dememi beklediler ama öyle değil elbette;))))
Van?lıymışlar; arabaları külüstür; üst başları orta halli gibiydi ama oldukça zengin iş adamlarıymışlar. Tanıştık o iki saat boyunca ve arabayla bırakırlarken. Sanırım hiç üzülmediler kaza yaptıklarına; beni gördükten sonra;))) Hepsi çoluklu, çocuklu adamlar sonuçta. Anneleri olduğuma inandıktan sonra birer birer çözülüp söylediler çocuklarının yaşlarını, kızlarını, oğullarını. Beni üç çocuk annesi olarak bağırlarına bastılar;)))
Kazayla gelen, hoş, eğlenceli bir akşam oldu aslında gerçeğine bakılırsa. ?Gururum okşanmadı? desem yalan olur;))) Kaç gün güldük çocuklarımla adamların haline. İlk defa başımıza gelmediği için çocuklarım alışkın bu gibi durumlara.  
Buradan; bu örnekten asıl varmak istediğim şeyi anladınız nasıl olsa. Örneği vermeden önce yazdıklarımla birebir ilintili.
Eğer güzelsem; ki öyle bir iddiam ve çabam inanın hiç yok; ?belki de karanlıkta iyi görememişlerdir;)))) belki kafaları iyiydi; saat 22.20?du kaza olduğunda; belki o anda öyle gördüler, görmek istediler; belkide benimle kafa buldular! Ne düşünüp, ne gördükleri; neden böyle davrandıkları çokta umurumda değil ayrıca? güzelliğimin şu anki sirayetimin dışa vurumundan başka bir şey olmadığını; er ya da geç bu güzelliği nasıl olsa iade edeceğimi; bende kalmayacağını; emaneten bana verildiğini düşünen bir düzlemde yaşadığımı; pekte önemsemediğimi nereden bilsin adamcağızlar. Paylaşım, sevgi olmadığında güzelliğin aslında on para etmediğini de. Ve belkide sevgi, aşk diye bir şey olmadığını düşündüğümü bilemezler. O güzelliğin insana aynı zamanda acı çektirebildiğini de. Ben bu dünyasal değerlerin çok, çok dışında bir yerlerdeyim artık. Güzelsem de kendim için; çirkinsem de kendim için. Kendimi biriyle, birileriyle paylaşmak, onlara kadınlığımla hizmet etmek gibi bir zorunluluğum yok artık. Şu anki kişisel kanaatim bu. Ayrıca benim kendi kıymetimi bilip anlamam için bir başkasının onayına, desteğine ihtiyacım yok Allah?a şükür. Kendim hakkında bilinmesi gerekeni fazlasıyla biliyorum.
Elin oğlu karşılığını almadığı hiçbir şeyi size vermez, siz meraklanmayın. Denenip onanmıştır. 
Hele ki cebinde parası bol olan biri hiç bana göre değil. Cebinde parası bol olanın sizden beklentisi; talepleri de fazla olur; bilir misiniz? Etraftan gördüğü ağam, paşam durumlarını sizden de beklemeye kalkar. Eşit düzlemden farklı, üst düzleme geçtiğini sanır; kendini ?size buyruk veren? sıfatıyla görmeye başlar. Hepsinden geçtim, hepsiyle yontuldum; sonuçta örselenen yine ben oldum. Bu yüzden; ?değmez?.
Çok sevdiğim bir örnek vardır; adamın biri denizin kenarında yatıyormuş; biri gelmiş; ? kalk, çalışıp çok para kazanalım? demiş. ?Sonra ne yapacağız? diye sormuş adam; cevap gelmiş; ?yan gelip yatarız?. Adam demiş ki ?ben zaten yatıyorum; onca zahmete ne gerek var? Benim hesapta aynı o hesap işte. Ben çok, çok daha azıyla da yaşayabiliyorken o zahmete neden gireyim? Her şeyin bir bedeli var, sahip olduğunuz fazla paranın, fazla harcamanın da. Ben öyle bir bedel ödemek istemiyorum artık; sırf daha fazlasına, daha fazlasına, daha fazlasına sahip olabilmek için. Varlığımın bedeli gereksiz harcamalar değil. Ben; saatlik, günlük, aylık, yıllık, 5 yıllık olarak kullanıma sunamam kendimi.
Ben böyle mutluyum ve halimden memnunum; ilişmeyin bana yeter. Canım isterse saçımı tarıyor; istemezse taramıyorum; canım isterse banyo ediyor; istemezse etmiyorum; canımın istediği gibi yaşıyorum; kendi bildiğimce; keyfimce; hem AVM?lerde saatlerce elbise denemekten; oradan oraya gezmekten ayaklarıma kara sularda inmiyor; deliler gibi satın almadan da yaşanıyor; ilişmeyin bana. 3 pantolonla da yaşanabiliyor iken 30 pantolon giyebilmenin bana kattığı fazladan birşey yok. O 27 pantolonun bana geri dönüşü mutsuzluk, çekilmez bir hayat olacaksa ben o 3 pantolonla mutlu olmayı seçerim. Böylece fazladan 27 pantolon yıkayıp ütülemem de gerekmez;))) ‘Azıcık aşım; kaygısız başım’ yani. Dünya nimetinin ve hırsların sonu yok; kim getirebilmiş ki ben getirebileyim?
Bundan böyle benim hayattan beklentim ?harcama? alanlarını olabildiğince genişletmek değil, tam aksine daraltarak kendimi rahatlatmak, sıkıntıya sokmamak. ?Daha çok nasıl satın alabilirim?i değil; daha çok nasıl yaşayabilirim?i, kendimi, canımı, sağlığımı nasıl koruyabilirim?i sağlamaktır. İsteyen canı pahasına istediğini satın almaya devam edebilir; benim öyle bir derdim kalmadı; Allah?a şükür.
Uykum geldiğinde uyuyor; uykuya doyduğumda uyanıyorum. Kesintisiz, zorlamasız, aralıksız, deliksiz bir uykuya paha biçilemez. Bundan daha büyük bir nimet yok benim için; olamazda.
Bir film izlemiştim; hayatını değiştirmek isteyen bir Japon kadını 40 yaşına gelince kocasına genç bir kız; yeni bir eş buluyor ve onu kocasına yatakta daha iyi nasıl hizmet vereceğine dair eğitiyordu. Aklıma geldi; öylesine.
Yemek programlarını izliyorum bu aralar. Eğlenceli oluyor çeşit, çeşit insanı evlerinde; kendi hayatlarında izlemek. Beğendiğim bazı yemekleri de yazıyorum zaten; okuyabilirsiniz. Genellikle çekimler zengin evlerde; villalarda yapılıyor. Bir sunucunun azıcık kıskançlık huyu var; her gittiği evde; her kadına; ?özellikle zengin ve gıpta ettiği evlerde?; ezikliğini örtelemek için ?mutlu musunuz?? sorusunu sıkıştırıveriyor araya. Soruyu duyan ve hazırlıksız yakalanan kadınlar önce afallayıp öylece kalakalıyorlar. Böyle bir soruya hazırlıklı değiller çünkü. Bu soruyu kendilerine sormayalı ve sorulmayalı çok olmuş olmalı. Ardından toparlanıp cevaplıyorlar sessizce; ezile büzüle; ağzında geveleyerek; yarı anlaşılır bir biçimde ?mutluyuz?u. ?Anlaşıldı? diyor içinden sunucu; ulaşmak istediği zafere ulaşmış bir komutan edasıyla. Kadınların yüzleri artık çarşamba pazarı; bir türlü düzelemiyor. Bir sıfır; sunucu önde.
Bir gün yine o yemek programında bir gelin kaynana çıktı. Yıllanmış bir gelin kaynana ilişkisi. En az 10 yıllık gelin. Kaynananın gözü devamlı gelinin üstünde; ?beceriksiz; bir işi de becerse bari tutmuş birde yemek programını çağırmış? edalarında. Gelinse dört dönüyor kaynanasının bir açık, falso vermemesini sağlamak için. Kaynananın geline sert, kameraya hoş görünme çabası görülmeye değerdi;)))
Burada aslında kaynananın yaptığı şey kendi geçmişiyle hesaplaşması. Kendi çektiklerini gelinin çekmediğini görerek küplere binmesi. Geçmişte yaşadıklarına, ezilmişliklerine bir sorumlu arayıp bulamaması ve hıncını gelininden çıkarması. Burada meseleyi ?ben ezildim, paralandım, büyüttüm, adam ettim; sen sefasını sürüyorsun; beceriksiz gelin?e getirmesi. Elbette yaşadıklarının sorumlusu o gelin değil; bunu kendi de biliyor; ama ortada ?ben sorumluyum? diyen biride yok; bu yüzden yükleniyor gelinin üstüne. Hep süregelen kaynana gelin çatışmasının altında yatan asıl sebep bu. Yoksa gelinin ne suçu var? Oğluna karılık, torununa analık yapıyor sonuçta; elinden geldiğince.
O ağzının ucu ile ?mutluyum? diyenlerin yüzlerinde ise mutsuzluk okunuyor. Ve mutsuzluk zengin kadınlarda daha da belirgin. Altın kafeste onlar. Şu benim demin bahsettiğim ?parası olan erkek? örneği ile ilintili olmalı. Zengin erkek dünyayı ben yarattım sanıp kötülüğünü, beklentilerini daha çok ortaya koyabilme hakkını buluyor kendinde. Bunun geri dönüşü ise kadındaki derin mutsuzluk. Eğitimli kadınlar içinde aynı şekilde geçerli mutsuzluk. Yüzleri bir beton gibi; ötesine geçmenize, içeriyi görmenize fırsat vermiyor. Canlı ve neşeli değil; adeta motorize hareketler.
Doktor olmuş, mimar olmuş, standardın üstünde bir hayatı ve çocukları var ama hayattan beklediğini bulamamış kadınlar. Annelerinden tek farkının birde iş hayatını sırtlanmış olmalarının ayırtına varmış olan kadınlar. Anneleri sırf evde yorulmuş; kendileri ise hem evde hem de işte yoruluyorlar. Belli bir kariyerleri var; saygı görüyorlar yaptıkları işten dolayı; iyide kazançları, gelirleri var ama eve geldiklerinde mutfak önlüğü onların belinde. Çocuklar ve büyük çocuk onun eline bakıyor doymak için. Diğer işlerin yönetimi, daha doğrusu evin kâhyalığı da o kadının denetiminden geçiyor; her ne kadar bazen, bazı işleri kendisi yapmasa da. Ki kendinin yaptığı işte yadsınamaz. Fikren ve bedenen yorgun kadınlar bunlar. Kadının sıcaklığını, neşesini, canlılığını göremiyorsunuz onlarda. Erkekleşmişler biraz, biraz.
Eğitim seviyesi daha düşük, parası da az olan kadınlar daha mutlu gördüğüm kadarıyla. Hayattan zaten çok şey beklememişler; bunun için fazladan çaba da göstermemişler ve elinde olanla, kocasının getirdiğiyle mutlu olmasını bilen kadınlar. ?Annem neyse bende oyum? diye bakıyorlar hayata ve kendilerini yıpratmaları için bir sebep olmuyor ortada. Ama eğitimli, kariyeri olan kadınların daha fazla beklentileri var birlikte oldukları erkekten. Saygı görmek, yardım görmek, hayatı paylaşmak adına. Bunu bulamadıklarında ise bu mutsuzluklarının birinci nedeni olup çıkıyor. Hazmedememek; kendine yapılanı içine sindirememek. Bir köle muamelesi ile yaşıyor olmanın dayanılmaz ızdırabını taşımak. Esas neden; ?sen bana bunu nasıl yaparsın?. İçten içe biriken bir öfke yumağı.
Bence çare erkekleri eğitmeyecek, değiştiremeyeceksek kız çocuklarımızı okutmayalım daha iyi. Eğer okutacaksak ta evlenmesine, çocuk yapmasına mani olalım ki mutsuz yaşamasın. Nasıl olacaksa!
Para ile tutsan bu karşılığı alamazsın; ama evli oldun mu; karısı oldun mu her türlü pisliğini yok etmek zorundasın. Para ile tuttuğun adam ütünü eğer isterse 3 saatte de yapar; 5 saatte de yapar; ama karısı olup ?kendi işi? olduğunu kabullenirse olabilecek en kısa sürede ve en iyi şekilde yapar. Erkek için her koşulda karlı iş;))) O televizyon kumandasını yönetmekle meşgulken ?karısı? her işi yönetmekle meşgul olur.
Bütün bu çile, bu ırgatlık yetmezmiş gibi erkekler bütün kötülük, pisliklerini ona hizmet eden, her türlü pisliğini yok etmeyi kendine vazife bilmiş karılarına püskürtüyor. Hayatının, benliğinin bütün olumsuzluğunu onun üstünde yok etmeye çalışıyor. İyilik gördüğü belki de tek insan o kadın ama bütün pisliğini o kadına kusuyor. Hayatının tekdüzeliğinin, aynı kadın, aynı çocuklar, aynı iş yaşamasının bedelini kadından çıkarıyor. Bütün bunların sorumlusu o kadınmış gibi görüyor kendi dar bakış alanında. Ya da öyle görmek işine geliyor. Bir gün kadın ?yetti be, sen yoluna, ben yoluma? dediğinde ise o hayata geri dönebilmek için kedinin kuyruğunu kovaladığı gibi dolanır.
Neyleyim köşkü, neyleyim sarayı; içinde hizmetçi ben olduktan sonra. Nohut oda, bakla sofa da yeter yeri gelince insana. Ben evin, eşyanın kölesi olacağıma o ev, o eşya hiç olmasın daha iyi. Evi didiklemekten gün ışığını görecek; güneşin altında kediler gibi gerinecek vaktim kalmayacak; ev beni kendine hapsedecek; kendi hapishanemi kendi ellerimle sırf ?desinler? diye kendim var edeceksem olmayıversin, eksik olsun o ev. Demesinler; ne çıkar?
O güzelim; özene bezene süslenmiş evleri gördüğümde o güzellikleri görmekle beraber o evin işi geliyor gözümün önüne; inanın hiç çekici gelmiyor bana. Her güzel biblonun bana iş olarak geri döneceğini bilmek bütün güzelliğini alıp götürüyor benim için. Tamam; öyle bir evi olanın hizmetçisi de olur; kabul; ya o hizmetçinin yönetimi, eğitimi kime ait? Hiç istidadım yok benim böyle bir konuda; insanlara emretmeyi, onlara iş yaptırmayı asla beceremem; alır kendim yaparım. Gaddar ve acımasız olmayı asla beceremem. Çalışanı oturtturur; ben çalışırım. Otelde bile yapmışlığım vardır bunu inanın. Beni çok iyi kullanırlar çalışanlar.
Bundan 5-10 yıl önce ara sıra uğrayıp denetlediğim bir dükkânım vardı; önceleri ben çalıştırmıştım; benden sonra uzunca bir süre; 1,2 yıl bir kız çalıştırdı. O işten ayrıldıktan sonra hiç abartısız dükkânı 30 kere sildim ve ancak temizlendi. O kadar kirlenmişti dükkân. Camlar deseniz öyle. Kız benim yanımdan ayrılınca yan dükkânda işe başladı; baktım elinde her gün bez, cam, yer siliyor. Ve benim verdiğimin yarısı maaşla çalışıyordu. İkinci oğlumu doğuracağım zaman birini buldum bana yardımcı olması için; o 2 yaşındaki oğlumla oturup çizgi film izledi; ben karnım burnumda 9 aylık; dolanıp durdum evde. Sözde çocuğu oyalıyor. Pazartesileri çok yorgun olduğunu söylerdi; hafta sonu evinde çok iş yaptığı için;))) Dinlenmeye benim evime geliyordu;)))
Böyle biri; benim gibi biri iseniz ne olacak? Kaldı ki evimde ayağımın altında dolanılmasından hiç hoşlanmam. Çocuklarım okula gittiğinde bile daha rahat ederim; nerede yabancı biriyle nefes almak. Yok, ben o işin üstesinden gelemem. Birinin yaptığı işi denetlemek zorunda olmak; arkasını gözetlemek; nereye gitti, nereyi karıştırıyor, ne iş çeviriyor diye pimpiriklenmek bana göre değil. ?Kirliyse benim kirim; temizse benim temizlediğim; nasıl olduğunu bildiğim? bana göre en güzeli. O yan gelip yatan kadın bir gün yeri sildiği bezle oğlumun mama sandalyesini de sildi; deliye döndüm görünce; kızamadım; eline düşmüşüm, doğum yakın; kimi bulayım acele; söyledim sadece. Bir gün alışverişe gittik; ben hamileyim 9 aylık; 2 yaşındaki oğlum onun kucağında; oğlum uyuyakaldı; dolmuştan iner inmez uyuyan çocuğu yere bıraktı öylece; içim hala cız ediyor onun için. Senin olan sana kıymetli; ele değil. El elin eşeğini türkü söyleyerek arıyor.
İngiltere?de 17-30 yaş arası kadınların katıldığı ankette kadınların 40 yıl öncesine göre evlenmek için kendilerinden fakir erkekleri seçtikleri; özellikle kariyer yaptıktan sonra maddi gelirleri kendilerinden daha düşük erkeklerle evlendikleri ortaya çıktı. 9 Nisan 2012 tarihli bir haberden alıntı. İngiliz kadını bizden daha akıllı her halükarda;))) Gerçi o ‘akıllığı’ bende yapmıştım zamanında ama parası artınca değişen bir şey olmadı!
?Eşler evlendikten sonra kanunlar önünde aynı haklara sahip olurlar ve aynı görevleri üstlenirler. Evlilik kurumu hem sadakat, hem ahlaki, hem de maddi destek gerektirir. Ailenin geçimi ortak bir çalışmayı zorunlu kılar. Evlilik, karı kocadan; çocukların eğitilmesini, büyütülmesini ve idare edilmesini bekler.? Bir evlilik yemininden aldım bu sözü.

Be First to Comment

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *